27 Aralık 2012 Perşembe

Sağırın Sesleri


Tütünlü bir akşam ,yanık tenli söz takıldı dilime
Özgürce yanan ,ağladıkça yağan iki kelime
Attığım çiçekler yine bir bir düştü elime
Lanet görünen evin kalın duvarlarından sızan renge
Bak bana iyice ,bugün aşık oldum ,ol bana teselli
Susmuş plastik çiçeği sattı ,plak ve hasretin
Vagon boşluğunda naylon şiirler yazar Biri
Belirsiz bir ray güzergâhı olur asaletin
Seni parça parça birleştirip, kalbimde var ettim
Orada kal ,bu Biri gider şimdi cenk vakti
Sözüm tuvaldir ,aldım taa gökyüzüne nakşettim
Asit oldum yağdım üstlerine ,vahşettim
Ne demiş gel de halime bir bak ,burda neler var
Sathı müdafaa yok, hattı müdafaa var
Toplu halde gelin farketmez, veled-i zinalar
Bak sol elime mermi bahşetti, O'dur zülfikâr
Tütünlü bir akşam karanlık bozmuş diyeti
Pıhtılaşan hayat, pıhtılaşan kanıma, nedir niyetin
Ani acıyınca canın ,nasıl solar silüetin
Söyleyemedim, söyletmediler bir tane ayeti
Darwin haklı çıktı, tek asırda insan değişti
Fikir sistemi gelişti, insan parayı bulunca değişti
Kaçırdı gözlerini, kalp atışları arşa yetişti
Yaşamlarına şekil veren,din değil, dandik bir özdeyişti
Hain Hakk'a karşı geldi, sözü pek mert
Bize işlemez cahil
Yolunu şaşırmış, gelir yanıma köpek misali
Bizi dişlemez cahil
Küçük beyniyle küfre düşer ,bilmez
Kaderi düşlemez cahil
Merkezinde alimi olan adam ,gelip de
Bize kişnemez cahil

Abdülaziz Akkoyun


12 Aralık 2012 Çarşamba

Gemileri Yakma Vakti


Zaman akıyor, tarih sürekli değişiyor. Evren her bir zerresine kadar sürekli değişim içinde. Biz de bu değişim furyası içince kendimizi teslim etmiş, adeta nehre kapılmış dal parçası gibi, değişim nereye akarsa oraya gidiyoruz. Aykırı duruşumuzu uzun zaman önce kaybetmişiz. Konuşmuş, bağırmış, sonunda susturulmuşuz. Düşünüyoruz; çevremizdeki olaylar hiç hoşumuza gitmiyor, belki içimizde fırtınalar kopuyor ama iş itiraz etmeye gelince -içimize sonradan yerleştirilmiş- otokontrol mekanizması devreye giriyor. Sonra “aman yavrum her doğru her yerde söylenmez” diyen ebeveynler ve ardından derin bir sessizlik…

Belki doğruları söylemek için hep zaman-mekan uygunluğunu beklediğimiz için şu an yalanların yanlışların içinde yaşıyoruz. Öyle yaşıyoruz ki durup düşünsek her bir hareketimiz için bin yıl pişmanlık yaşayacağız. Belki bu yüzden düşünmekten korkuyoruz. Gözlerimizi kapatmak, kulaklarımızı tıkamak daha kolay geliyor. Konuşmaktan, hareket etmekten öyle bir korkmuşuz ki düşüncelerimiz bile boyunduruk altına girmiş. “aman canım biz de kendi çapımızda iyiyiz hoşuz, bu devirde yeter de artar bile” diye kendimizi avutmaya çalışıyoruz. Bir nevi “bana değmeyen yılan bin yaşasın” mantığındayız.  Hatta işi öyle ilerletmişiz ki sadece “tepkisiz” kalmakla yetinmiyor, üstüne bir de duyarlı vatandaş(!) vazifesi yapmaya kalkıyoruz. Belki yeterince bilinçlenmek için çalışmadığımızdan, belki bilinçlenmeye korktuğumuzdan; yaşadığımız gibi inanmaya başlamışız. Öyle duyarlıyız ve öyle mantıklıyız ki aklımızda kuytu köşelerde kalan sorulara verdiğimiz cevaplar “sakallı adama toplum kötü bakar, gerek yok” tan başlıyor, “programlarımızı namaz vakitlerine göre ayarlayamayız şartlar müsait değil” e hatta “İslami yaşantı için gerekli dünya düzenine sahip değiliz”e gidiyor. Şartların olgunlaşmasını bekliyoruz ama biz bekledikçe inancımız köreliyor, idrakimiz ve vicdanımız çürüyor, derece derece kararıyoruz.

-Artık bu karanlıkları yırtacak ışığı yakmanın, cesaretimizi toplayıp ayağa kalkmanın, üzerimizdeki ölü toprağını atmanın, sahip olduğumuz gücü fark etmenin, akıntıya karşı direnmenin vakti gelmedi mi?..

Mustafa Rahmi Koç

11 Aralık 2012 Salı

YOL


zulamda duruyor mefhumum
lisanım el vermez,
anlatamam ki bir köre "kağıt beyaz"
kör görmez dostum, sağır duymaz!

delikanlı çağım işte, deli!
kanı mecnun olanın,
eksik olur mu derdi kederi?

böyle bir gecede yaktım işte tüm gemileri
tüm vasıtalar şiir oldu,
tüm gemiler batma ihtimaliyle
çıktı yola.
var idiyse bir ihtimali, varmak menzile,
garanti vermeliydi Nuh peygamber:
"batmaz bu gemi!"

şimdi bir türkü doluyorum dilime:
Hikaye uzun, teşbih derin.
Yol, aydınlatanın,
yok yürüyeni!

*Ahmed Doğan

30.11.12 / 16 Muharren 1434

4 Aralık 2012 Salı

Kar Tanesinin Hikayesi



Gri bulutların buluşma yeri bir orman üzeriydi bu kez.Yılın tamamında büründüğü yeşil örtüyü üzerinden atmayan ağaçların üzerine iniyordu kar taneleri.Her biri bir sanatkârın itinalı ellerinden çıkan eserleri andıran ve birbirine hiç benzemeyen bu küçücük tanecikler, buluttan ayrıldığı andan itibaren bir gelin edasıyla süzülmeye başlıyor, ahenkli bir ritmin içerisinde buluyordu kendisini...

Yolculuğun bitişiyle gelen vuslat anı.Beyazın yeşile o ilk dokunuşu.Bir bebeğin annesinin elini ilk kez tutuşu gibi.Dua için semaya kalkan ellerin cevap buluşu gibi.Yeşilin beyazla renklenişi...Her bir yaprağın üzerine özenle yerleştirilen şeker kristalleri gibi bembeyaz ve ışıltılı görünüm.Denizin pamuğumsu köpüklerinin ağaçların üzerine ulaşıp oradan konakladığını hissettiren, baktıçka huzur veren görsel bir şölen.Soğuğun en sıcak en tatlı yanı.Özlemle beklenen karın, benzersiz kârı...

Gecenin huzurlu gölgesinde geçirilen mutlu bir anı.Fakat işte güneşin yükselme anı.Ayrılığın habercisi.Dostun bünyesinde eriyecek kar tanesi.Sonraki buluşmanın tarihini veremese de, beklemesini istediğini ima edercesine, dostuna vereceği son şeyi, özünü vermesi.Ve yitip gidişi.Giderken kalanı diriltişi.İşte bir kar tanesinin hikayesi...

Elif Apaydın

18 Kasım 2012 Pazar

ikilem, üçlem ve dörtlemler!



"devletin bekasının da allah belasını versin
malboranın da!"  *Ah Muhsin Ünlü

Çay ısmarladı bugün Ramazan bana,
hem çay, üç beş bardak efkar birazda...
Gidersem dedi mektup bırakacaktım sana
Memuriyet kötü şey diyecektim
ve dahi milli beka da!
Sonuna da bir adres iliştirip mektubumun
diyecektim ki gel,
bırak devleti, düşünme bekasını da!

gelirdin değil mi lan!
-gelirdim tabi ya

...

Epik senaryomuz daha başlamadan
son buldu o akşam.
Zaten üzülürdü annem,
merak ederdi hem...
Ya arkadaşlarım?
Burada da ihtiyaç vardı bize.
Öyle ya!
Zararı da vardı, faydası da vardı,
Alternatifi de!

Ahmed Doğan / 5 Muharrem 1434


17 Ekim 2012 Çarşamba

YAĞMURU BİLE


Eylül’ün 13’ü, Cumartesi günü Yoldakiler’in kızları olarak Ak Medrese’de film günlerimizin bir yenisini gerçekleştirdik. Yönetmenliğini İspanyol Iciar Bollain’in yaptığı, senaristi Ken Loach olan 2011 yapımı filmin adı “Yağmuru Bile”. Kaliteli yönetmenlerin ellerinden çıkmış toplumsal, tarihsel, gerçek, nitelikli, kaliteli filmler izlemeye çalışan bir grup olarak film yolculuğumuzda bize katılmak isteyen kız arkadaşlarımızı her cumartesi saat 13.00’da Ak Medrese’nin 2. katına bekleriz.
“Yağmuru Bile” filmimiz hakkında yorumları arkadaşlarımızın kalemlerine bırakıyoruz:



Büşra Şafak:
Çoğu yorumcuların izlenmemesi gereken kategorisinde tuttuğu film uzun uzun düşünülebilecek mesajlar veriyor.
Başlardaki durağanlığı sonlardaki büyük değişimler örtbas ediyor. Hovard Zinn anısına çekilen filmin içindeki film Kolomb’un Amerika kıtasını keşfini konu alıyor denebilir. Coğrafi keşiflerin bize anlatılan özgür ruhlu insanların değil, aslında sömürge arayışındaki zihinlerin daha çok hammadde, daha çok para anlayışına sahip olduklarını anlatıyor. Bolivya Su Savaşları ise sömürgeciliğin modern haliydi. Sömürülen yerlilerin direnişini anlatmak için yola çıkan ekipteki Kolomb’u anlatmak amacı kendilerinde sadece fikir.
Yerlilerden birkaç insan seçiyorlar ve onların karakteristik özelliklerinden, yeteneklerinden, can sağlıklarını tehlikeye atma pahasına yararlanıyorlar. Kapitalist toplumun çocukları içlerindeki tarihi eleştirirken bile maliyet birinci planda. “ Geçmişe ağıt yakmak kadar kolay olmuyor bugüne baş kaldırmak.”
Kolomb zamanında sömürgeye baş kaldıranlar dertlerini anlatamıyorlar. Yapmaları gereken yalnızca istenileni yapmak, altın bulmak. Sıkça ağızlarda dolaşan Hıristiyan gibi konuş, seni anlamıyorum.” repliği ise coğrafi keşiflerin diğer taraftan baskıcı ruhuna değinmeden geçmiyor. “Hıristiyanlar cennete mi gider? Beni cehenneme gönderin.” Daniel’in cevabı oluyor. Ve devam ediyor:
“Sizden nefret ediyorum. Tanrınızdan nefret ediyorum. Aç gözlülüğünüzden nefret ediyorum.”
Daniel filmde Kızılderililerin lideri, su direnişinin önderi. “Suyumuzu çaldılar, daha neyimizi çalacaklar? Nefesimizi mi? Alnımızdaki teri mi?” repliğinin kahramanı. Bu sırada Costa için önemli olan tek şey filmin yüzü Daniel’in suratına aldığı darbelerin ne kadar zarar verdiği.
Costa’nın tüm tehditleri Daniel’den hiçbir şey götürmüyor: “Su hayattır, sen anlayamazsın.”
Başkan bu savaşa “geleneklerle modern çağın çatışması” diyor.
Öte yandan “Onlara bunu borçluyuz.” diyen Daniel’in önderliğindeki halk ordusu - silah olarak sadece sopaları taşıyan bir halk ordusu- savaşmaya niyetli. Costa fikirlerini zikretmeye tam da bu sırada başlıyor. Ve 14 Eylül Meydanı’nda “Kavgayı bırakın, su sizindir.” Sesleri duyuluyor.
Sonra film ekibi ve filmden döküntülerden başka bir şey kalmıyor. Daniel, Costa’ya cevap veriyor: “Her zaman pahalıya mal olur. Ve daha en zor bölümüne bile gelmedik.”



Aslıhan Tunç:
Güney Amerika’da Kızılderili yerlilerin İspanyollar tarafından katlini ve yaşadığımız çağda Bolivya’nın yerli halkının çektiği su sorununu konu alıyor Yağmuru Bile filmi. Çeşitli sosyal paylaşım sitelerinde salt aşk ve müstehcen sahnelerle dolup taşan filmlerin karşısında ilgi görmemiş, hatta beğeni listelerinde bile yer almamış olmasına rağmen izlerken uyumadığım ilk filmdi. Bolivya Su Savaşları dışında, merhametin ve dostluğun da en güzel örneğiydi. Bir zamanlar Kızılderili halkın yaşadıkları toprakları için, şimdilerde de Bolivya halkının bir damla su için yaptıkları savaş, devlet ve yancılarının “yağmuru bile” halkın elinden alma çabaları, Daniel adlı bir kişinin öncülüğünde boyun eğmemeyi öğrenen halk… Daniel rol aldığı Kızılderilileri anlatan filmde de sömürgecilere karşı başkaldırıyor, gerçekte yaşadığı hayatında da sömürgecilere karşı başkaldırıyor. Bu çok önemli bir nokta.
Yüzyıllar önce altın için Kızılderili halkı sömürenler bu defa mavi altın-su- için yapıyorlardı aynısını.
Ve Costa… Bir insanın fikirlerinin, vicdanı doğrultusundaki değişiminin en güzel örneği. Onlar dostlardı, hiç değişmemişti bu. Ulaşması güçtü ama elini uzatmıştı dostuna.



Büşra Apaydın:
Yönetmenimiz Icıar Bollain bir İspanyol olarak Hıristiyan Avrupalıları karanlık kan kokan tarihi gerçekleri ile yüzleştiriyor bu filmde. İnsanların kendi ülkelerinin tarihlerinin acı, kötü hatta vahşet içeren gerçeklerini kabul etmesi ve hatta bunları tüm dünyaya göstermesi kolay kolay yapılacak bir şey değil. Icıar Bollain’i bu konuda alkışlıyorum. Ayrıca yönetmeni, Avrupalıların tek bir aşk sahnesi dahi olmadan yahut müstehcen sahneler olmadan da kaliteli dolu dolu film çekilebileceğini batı dünyasına gösterdiği için tebrik ediyorum.
Film “Howard Zinn’in anısına” diye bir notla başlıyor. Howard Zinn Amerikalı bir muhalif aktivist. Amerika’da siyahîlere karşı ırkçılığın şiddetli olduğu yıllarda siyahîlerin yanında olan, Amerika’nın öteki, kötü yüzünü dünyaya göstermeye çalışan, başkaldıran bir “beyaz” o. Bu sebeple hocalık yaptığı Üniversiteden atıldığını, siyasilerle ve
toplumun kaymak tabakası diye bilinen kesimiyle hiçbir zaman anlaşamadığını, ırkçılığa, emperyalizme, kapitalizme, Amerika’nın açtığı savaşlara karşı tüm ömrünü direnişle geçirmiş biri. Niçin Howard Zinn’in anısına diye bir not bulunduğunu filmi izleyince çok iyi anladım.
Kristof Kolomb’un ve beraberindeki coğrafi keşiflerin arka yüzünü, asıl hedefini, Rahip Bartolome de Las Casas’ın siyahî köle tacirleriyle önce anlaşıp sonra pişman olup Kızılderililerin katlini görüp onlarını haklarını savunmak için İspanya kralına mektuplar yazdığını anlatmak için film çekmeye Bolivya’ya giden yönetmen Sebastian, yapımcısı Costa ve film ekibinin gerçekler cereyan edince nasıl değiştiklerini gözlemleyeceksiniz. Hiçbir şey, hiç kimse göründüğü gibi değildir. Başta Kolomb olmak üzere piskoposların, rahiplerin, İspanyolların Kızılderililere karşı yaptığı vahşeti, Bolivya’nın 2000’de yaşadığı tarihe Bolivya Su Savaşları olarak geçen halkın başkaldırısını, sömürgeciliğin boyutlarını göreceksiniz. Dolayısıyla Yağmuru Bile filmi içinde, üç ayrı film çıkacak karşınıza. Film boyunca şunu hiç aklınızdan çıkarmayacaksınız: Bolivya’da yaku, “su” demek.
Bollain, günümüzden 500 yıl önce İspanyol Kolomb’un Güney Amerikayi sözde keşfi fiiliyatta işgali-katliamı, sömürgeleştirme faaliyetleri ile günümüzdeki Avrupalıların ve Amerikalıların yaptığı sömürge faaliyetlerinin yalnızca tipinin değiştiğini zihniyetininse aynen devam ettiğini gösteriyor. Kolomb Güney Amerika’ya adım attığında şöyle diyor: “Altın bulan ilk kişi ödüllendirilecek. Onlara (yerlilere) iyi davranın, yiyeceklerine ihtiyacımız var.” Sömürgeci zihniyet hiç değişmiyor ve 2000’nin başında batılı çok uluslu bir şirket tarafından Bolivya’nın ulusal suları satın alınıyor. 500 yıl önce altın için sömürgeleştirilen topraklar 2000’in başlarında çağımızın altını haline gelen “su” için sömürgeleştirilmeye çalışılıyor. Ve o gün toprakları için direnenler bugün dağlara yağan suları dahi ellerinden alanlara karşı direniyorlar. Direnişin kutupları hiç değişmemiş.
Yönetmen geçişleri çok iyi ayarlamış: Günde 2 dolara figüran olarak çalıştırılan, 7 km uzaktaki dağdan yağmur sularını şehre getirmek için canlarını ortaya koyan Bolivyalılar türlü zorluklar içindeyken, o toprakların kederini anlatmaya gelen film ekibi onların çektiklerine arkalarını dönüp eğleniyor, lüks yerlerde yiyor içiyorlar. Yönetmen Bollain vermek istediği mesajı bu çarpıcı geçişlerinde yerine ulaştırıyor. “Oturduğun yerden maval okuması kolay, gel taşın altına elini koy!”
“Onlar insan değil mi, onların da ruhu yok mu, onları da kendimiz gibi sevmeye zorunlu değil miyiz?” Yönetmen Sebastian’ı Bolivya yollarına düşüren, Peder Montesinos’un Kızılderililerle ilgili bu sözleri. Filmi izlemeye başlayınca Sebastian’a, fikirlerine, davranışlarına sempati duyuyor insan, filmin kahramanı o, diyorsunuz. Yapımcı Costa, başlangıçta cimri, tüm hayatı para olmuş biridir ve ona nefretle bakıyorsunuz. Fakat gördükleriniz sizleri aldatmasın. Filmin ilerleyen dakikalarında bir sahnede yönetmenimiz Avrupalıların aile kavramının nasıl yittiğini, çocuğunun nasıl birisi olduğunu dahi bilmeyen ebeveynlerin var olduğunu ve diğer yanda Bolivya’da, sömürülen dünyada bir arada kalma ve hayata tutunma çabasının ancak aile, evlat, baba, anne kavramlarının sıkı bağları, sıkı aile bağları ile ayakta kaldığını gösteriyor. Ve filmin finalinde bir Bolivyalının verebileceği en anlamlı, en kıymetli hediyeyi görüyorsunuz: Yaku. Costa o zaman anlıyor: Su hayattır! Hayat en kıymetli hediyedir insana! Çok uzatmadan, beni sarsan filmden alıntı cümlelerle bitirmek istiyorum:

*Hıristiyan gibi konuş, seni anlamıyorum!
“-Harward profesörlerinden ve IMF’den aldığımız bağımsız raporlara göre…
-Görmek istiyorum. O serserilerin buraya gelip, burada ailelerini ayda 40 dolar parayla geçindirdiklerini görmek istiyorum!”
*Peki yağmuru bile satın alan kim! Sahibi Londra’da ve California’da olan şirketler!
*Bundan sonra neyimizi alacaklar? Nefesimizdeki buharı mı, alnımızdaki teri mi?
*Tüfek, ya da tabanca, bu insanlar kaçmayacak!
*Su hayattır, sen anlayamazsın!
*Kristof Kolomb, askerleri ve rahipleri ile birlikte çarmıhlara kendilerine baş kaldıran Kızılderilileri germişlerdir ve onları ateşe vermek için beklemektedirler. Rahip misyonerlik faaliyetleriyle son nefeslerinde de rahat vermez Kızılderililere ve şu diyalog geçer bir “asi” ile arasında:
-Hıristiyanlar cennete mi giderler?
-İyi Hıristiyanlar cennete gider.
-O zaman beni cehenneme gönderin! Der ve tükürür rahibin yüzüne Kızılderili. Ardından Yüzbaşı, Kızılderililere döner ve:
-Eğer Hıristiyanlara karşı gelirseniz başınıza işte bu gelir, deyip çarmıha gerilmiş Kızılderilileri ateşe verir.
*Her zaman pahalıya mal olur. Her zaman bize mal olur. Keşke başka bir yolu olsaydı, ama yok!
*Her şeye rağmen hayatta kalacağım. En iyi yaptığımız şey bu.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Serçelerin Şarkısı



Serçelerin Şarkısı (2008) adlı filmin yönetmeni, senaristi, yapımcısı, Turgut Uyar’ın ifadesiyle ‘dürüst ve İslam kalmaya çalışan adam’, Mejid Mejidi. 1 saat 36 dakika süren film kâh güldürdü kâh gözlerimizi doldurdu. Film hakkındaki görüşleri o an orada bulunan arkadaşlarımızın kaleminden okuyalım.

Selin:


Mecid mecidi adını ilk defa duyduğumu belirtmeliyim öncelikle. Filmlerle aram iyi olmadığından deyip cahilliğimi örtbas edip film hakkında naçizane fikirlerimi sunayım. Kesinlikle her yerinde bir şeyler çıkarıp beynime kazıdığım şeyler oldu. Rollerdeki kişilere bürünüp filme odaklandım. Gerçeklik beni
içine çekiyordu ve ben de hazırdım. Vicdan umut hırs gibi duygu karmaşasında sürüklendim. Bir yandan hırsın gözleri kör etmesi bir yandan umut penceresindeki son kıpranışlar hepsi ayrı alemlerde oldukça ilgi çekici. Kayıtsız kalmamak, ders almamak, etkilenmemek söz konusu bile değildi.. Sahneler öyle iç acıtıyordu ki dönüp kendime bakıp kendimi sorgulamak bile istemiyordum. Ve arkamızı döndüğümüzdesesler bizi kendine çekip oraya yönelirken Kerim in kızının kremin kapağını
araması ve sesi duymaması benim içimdeki sesi ve omzumda yatan arkadaşımın hıçkırıklarını duymama yetti.


Büşra Şafak:


Mecid Mecidi'nin her senaryosunda olduğu gibi film olağanüstü olmayan bir kazayla başlıyor. -olağan değil çünkü kazalar olağan olsaydı onlara kaza denmezdi.- İzlediğimiz çoğu filmde olduğu gibi büyük hayaller peşinde koşuşturanları göremiyoruz. Filmde olağanüstü olmayan sadece kaza değil köy yaşamı, insanların hisleri ya da olaylar karşısında verdiği tepkilerin hepsi filmin yalınlığını gösteriyor.
Bu yalınlık insanı filme daha çok yaklaştırıyor. Filmin çekildiği ortamdaki yalınlık -ya da gerçeklik de denilebilir- verilmek istenen mesajı ön plana çıkarıyor. Filmin her karakteri mesaj kaygısı taşıyor. Mesela ablanın duymamasına ragmen bi kulak cihazına gerek olmadığını söylemesi vicdanları kontrol ettiriyor. Önüne geçemediğimiz istekleri düşündürüyor. Ya da hüseyin ve arkadaşlarının umutları
hırslarımızı düşündürüyor. Çocukların zor bi işi yaparken bile eğlenmesi, hedeflerini düsünüp daha da umutlanmaları hedeflerimizin kirlenmişliğini, umutlarımızın köreldigini düşündürüyor. Filmde balıkları ölünce umudunu kaybeden çocuklara babalarının şarkı söylemesi onları yeniden gülümsetiyor ve
son balıklarını suya bıraktıyor. Çocukların herşeyin düzelebileceğine inanmaları ve durmadan devam etmeleri, dursalar bile en küçük bir sevincin devam etmeye değer olduğunu hatırlatıyor, yaşamayı hatırlatıyor. Hala kerimin gözleriyle hayata baktıgımızı düşündürdüğü bile oluyor.
Ve filmin sonunda farkedenlerden olmalıyız dedirtiyor...


Büşra Apaydın:

İmgelerle dolu bir film seyrettim. Mecid Mecidi bütün filmlerinde bu imge işini harika kullanıyor. Filmi izletirken olayların acıklılığı ile duygu sömürüsü yapmıyor, tersine filmde duygulanılmasını ve düşünülmesini istediği yerlere imgeler yerleştiriyor ve oyuncuya değil seyirciye bırakıyor duygulanmayı ağlamayı; izleyici acı soluklarla gözlerini kapamadan o karelerde kendi iç dünyasına yolculuğunun içinde buluyor kendini. Yani kimse Mecid Mecidi için filmleri sürekli duygu sömürüsü yapıyor ha bire ağlatıyor diyemez çünkü Mecid Mecidi ağlatmıyor, o sadece yerleştirdiği ‘o an’lık karelerle seyirciyi düşüncelere daldırıyor. Yönetmenimiz bu işin ustası.
Serçelerin Şarkısı’nda birçok ‘o an’ vardı. Ve insan ‘o an’ ları durdurup ekrana bakarak dakikalarca düşünmek, şiirsel ifadeler kurmak istiyor. Bu şiirsel sahnelerden bir kaçını paylaşacağım öncelikle:
Başrolümüz Kerim filmin ilk 4 dakikasının içinde iki tarafı ağaçlarla kaplı yolda motoruyla gidiyor. O anı dondurup bir yandan kızının derdine üzülen bir yandan işitme cihazının pahalılığını düşünen bir babanın yerine koyup gözünüzü kapayıp derince nefes alıp ‘baba’ya destek olmak istiyorsunuz. Arkasından doktor, artık işitme cihazının kullanılamayacağını söyleyince ‘baba’yla birlikte siz de dertleniyorsunuz.
Bir başka imge: Kaçan deve kuşunu aramak için dağda deve kuşu kılığına giren Kerim’i objektifte uzaktan görüverince onun çabasına öyle içerliyorsunuz ki; tepe tepe dolaşıp devekuşu arayan devekuşu kılığındaki Kerim…
Bir başka imgeyi de Kerim’i mavi kapı ile yoldayken yakalıyorsunuz…
İmgeleri çokça sıralayabiliriz biraz da olaylara bakalım: Şehirde çalışmaya başlayan Kerim’in nasıl yavaş yavaş değiştiğini ve bir insan yalana, haksızlığa, hileye nasıl ufak ufak bulaşır göreceksiniz bu filmde. Önce bir devekuşu yumurtasını konu komşu herkesle cömertçe paylaşan Kerim filmin devamında hurdadan aldığı bir kapıyı akrabalarından sakınıyor, hem de bir yalanla (gün gelip devran dönünce Kerim’in yardımına yine o kapıyı esirgedikleri koşacak). Müslüman Kerim’in şehirde çıkarı için yalan söyleyen müşterisini görüp nasıl yalan söylediğine, sürekli hesaplar yapan Kerim’in planlarının Allah tarafından nasıl bozulduğuna; Kerim’in yaptığı haksızlıkların, gözünü para ve mal hırsı bürümesinin hesabının nasıl Allah tarafından karşısına çıkarılmasına tanık olacaksınız. Kerimin sürekli yoluna çıkan devekuşu yumurtalarına dikkat edin. Ve bir de Kerim’in oğlu Hüseyin’in azmine… Hüseyin ve arkadaşlarıyla birlikte pis kötü bir ‘su deposu’nu nasıl ‘yaşanabilir’ bir yer haline getirdiklerine... Bu sahnede o su deposunun yerine bir insanı koyarak düşünün. Kerim ile iyi bir müslümanın küçük denen günahlarla nasıl bataklığa sürüklendiğini ve o su deposunun yerine milletin iflah olmaz dediği bir insanı koyarak kötü bir insanın nasıl küçük görünen iyiliklerle, çabalarla nasıl bir güzelliğe büründüğünü gözlemleyeceksiniz. Ve film aslında Kerim’in “ama buna haksızlık denir” sözüyle başlıyor…


10 Eylül 2012 Pazartesi

Rang De Basanti

Yönetmenliğini Rakesh Omprakash Mehra’nın yaptığı başrollerini Aamir Khan, Sharman Joshi, Kunal KapoorSiddharth, Atul Kulkarni nin paylaştığı bir Bollywood yapımı 157 dakikalık Rang De Basanti / Onu Sarıya Boya. Sarı, Hint kültüründe fedakârlık anlamına geliyormuş. Filmin neler anlattığını arkadaşların kaleminden okuyalım: Selin:Gençlik içerisinde devrim düşüncesinin kalıntıları, sağlam kalmış görüşler. Sue adında bir kızın inanılmaz çabası.Zor da olsa uygun rolleri filmine seçmesi. Aklından sadece yaşasın devrim adlı tamlama geçiyordu. Ve büyük babasının o inanılmaz günleri anlattığı eski bir defter. Eski ama yeni gibi bir şey bu içerisindekiler öyle muhteşem ki. O deftere inanan bir kız ve değişmeyen insanlar. İnsanlar batıya, batının ihtişamına kaptırmıştı kendilerini. Cesaretleri ve düşünceleri ola bir genç topluluğu. Ciddi olmak onlara göre değildi. Birbirine kenetlenmiş, korkusuz olmayı kendine amaç belirlemiş tarihlerine bağlı 5 genç. Onlar elinden geleni yaptılar. En yakın arkadaşlarını kaybettiler ama cesaretlerini asla. Ve yılmadılar ölüme karşı zaafı olan bile beni vur diye cama sıçradı. Şekerparesini, hayat arkadaşını kaybeden güzel onu öldürün dedi- savunma bakanı -için. Onlar devrim için seslenenler, sıkılan kurşunlar onlardaki ateşi söndürmeye yetmediğine eminim. Büşra Şafak: Devrime inanmayan, ülkelerinin artık tamamen batının etkisinde olduğunu düşünen, bunu değiştirmek imkânsız diyen bir grup gencin fikir yolculuğu… Onlara göre ülkelerinde bir şeylerin değişmesi artık çok zor. Çünkü ülkelerinde yapmaları gereken tek şey iyi bir hayata sahip olmak, temel ihtiyaçlarını karşılamak.. Her dakika bir bebek dünyaya geliyor ve onlara göre kendilerinin aynısı olan yüzlerce insan var… Seslerin duyulmayacağı kadar kalabalıktalar..İnsanların değiştirmeye, değişmeye zamanları yok. Onlara göre İngiliz sömürgesine direnen devrimciler boş yere kanat çırptılar.. SinghAzadKhanRajguru ve Bhabhi. Direndiler ama ülkelerinin batının özentisi olmalarına çare olmadı. Değiştirmek için çaba sarf etmenin sadece ölüm şekillerini değiştireceğine inanıyorlardı. Sonra yaşadıkları olay onların devrimini uyandırdı. Bu sefer “ o zalim kılıçlardan ürkmek bilmeyiz, çok daha keskinken bizim cesaretimiz.”diyorlardı. “ insanların yüreğinde ve hatırasında yaşadıkça ölüm seni teslim almaz” diyordu geçmişten gelen sesleri, korkularını görerek. O iki sözcüğü o dönemde söylediler: “Inquilab zindabad” –yaşasın devrim-. Bu defa özgürlük onlar için ulaşılmaz değildi. İçlerine korku düştüğü zaman “paslanmış kulakları açmak için yüksek haykırışlar gerekir.” dediler. Onların fedakârlıkları uyanmaları sağladı… Mango tohumlarına benzettiler sonra :“Bir tane ekersen binlercesi yetişir.” Büşra Apaydın: Bollywood deyince müzikle içe içe girmiş bir film seyredeceğinizi hemen anlıyorsunuz ve Aamir Khan’ın oynadığını öğrenince hazırlıyorsunuz kendinizi eğlenirken düşünmeyeSue, İngiltere sömürgesi zamanlarının Hindistan’ında görev yapan İngiliz subayın torunudur. Subay, tuttuğu günlüklerinde Hindistan’ın özgürlüğü için savaşan devrimcilere çokça yer verir ve uzun yıllar sonra Sue bu günlüklerdeki devrimcilerin hayatlarını konu alan bir film çekmek ister, soluğu Hindistan’da alır. Maalesef ki belgeselinde oynaması için bu devrimcilerin inançlarına, karakterlerine, hislerine ve sevgilerine sahip kişileri bulmak hiç de kolay olmayacaktır. Çünkü Hindistan’da, bilhassa üniversite gençliğinde bir batı hayranlığı, özentiliği almış başını gitmektedir. Fakat Sue yılmaz, kötünün iyisi şekilde bir seçme yapar ve onları filminde oynatır. Başlangıçta filmin konusu ve karakterleriyle dalga geçen, hiç ciddiye almayan bu gençler devrimcilerin karakterlerine bürünüp onların idealleriyle tanışmaya başladıkça kendi özlerini, kültürlerini, geçmişlerini, inançlarını anlamaya başlarlar. Fakat bu kadar değil film, bununla bitmiyor.  Gençlerin içkiyle müzikle o hastası oldukları batının tarzıyla sözüm ona eğlendiklerini görünce “Batı Batı diyerek, eyvah hep batıyoruz!” dizelerini hatırlayacaksınız. Bedenlerinin güya özgür bir ülkede yaşadığını savunan lakin ruhunu, düşüncelerini, yaşamını ve hatta tüm ömrünü hayallerini süsleyen batının köleliğine sunmuş bu gençlik size de bir yerlerden tanıdık gelecek eminim.  Film bitince dostluk, yaşam, gençlik, amaç sözcüklerini sorgulayacaksınız ve kendi ülkemizin de Hindistan’ın geçmişi ve bugünüyle birçok yönden benzeştiğini göreceksiniz (Belki de batı gibi gelişmemiş (!) tüm milletlerin kaderleri benzerdir) Nereye be gençlik diyeceksiniz. Aslında Filmde geçen repliklerden bir kaçını yazmak filmi anlatmaya yetecektir diye düşünüyorum: “… O zalim kılıçlardan ürkmek bilmeyiz / Çok daha keskinken bizim cesaretimiz /Kol kola yürüyoruz bugün ölümle / Tebessüm ediyoruz solgun siluetine” “Hayatımı bu ülkenin özgürlüğüne adadım. İş, refah ve diğer dünyevi arzular beni artık cezp etmiyor. Diğer tüm ana babalar gibi, evlenip bir düzen kurmamı istediğinizi biliyorum. Ama ben özgürlüğü kendime gelin aldım.” “Devrimcilerin özgürlük tutkuları, yaşam sevgilerinden daha büyük boyuttaydı.” “Hayatlarını bu ülke uğruna verdiler. Bakın ne oldu. Hepsi boşuna. Bugün çöplük oldu çıktı. Kimsenin de umursadığı yok.” “Film şu diyaloglarla tam bir bütünlüğe kavuşuyor ve heyecan dolu dakikalar başlıyor : Etkin kararlar almamız gerekiyor. Ne demen istiyorsun? Onu öldürün! ” “Kaçmayacağız ki... Bizim asıl maksadımız yakalanmak. Yakalanırsak mahkemeye çıkartılırız böylelikle konuşma fırsatı yakalar halkımızı karanlık uykudan uyandırabiliriz, sesimizi duyururuz.” “Yakalanırsak ölürüz ama paslanmış kulakları açmak için yüksek sesli haykırış gerekir! “ “Para çocuklarımızı geri getirmez” “Savunma bakanı ulusu satmak değil onu korumak durumundadır.” “Bir şeylerin yapılması gerektiğini herkese söylemek için bugün buradayız.” “Bu kokuşmuş politikacılar cennetten çıkmadı. Onları biz seçtiysek bizler de onlar gibiyiz. Onlar yozlaşmışsa biz de yozlaşmışız. Değişiklik yaratmaya önce kendimizden başlamalıyız.” “İşlediği suçtan dolayı hapse girmiş bir politikacının ismini verin.” “Hiçbir ülke mükemmel değildir. Biz mükemmel hale getirmeliyiz. Polis gücüne, orduya, yönetime katılın. Siyasete atılıp hükümetin başına geçin. Bu ülke değişecek. “YAŞASIN DEVRİM! “

14 Ağustos 2012 Salı

NİNNİ



Beyaz eldivenlerini giyindi. Balkondan göz atıp insan”cık”lara “hıhh” deyip savurduğunda paltosunu, kestirememişti devrimi…
Beyaz eldivenlinin uzaklarında, tellerin ardında uçuşuyordu küçük uğur böceği.
İçlerinden geçen ölüm toplarını tutamadıkları, engel olamadıkları için bulutların dahi içi burkulmuştu da olabildiğince uzaklaşmışlardı suçluluk duygusuyla kentten…
Ve uğur böceklerinin cirit attığı topraklarda büyük adam olabilmek için debelenen geleceğin elit kesiminin hiç haberi olmamıştı tüm bunlardan. Büyük adam olabilmek için gereken yolların kaldırım taşlarından hiçbiri değildi çünkü uğurböcekleri, tel örgüler, silahlar, devrim türküleri, ıslıklar…
Tellerin ardında kalan coğrafyayı konu alan bir haber hazırlamaya çalışmıştı bir gazeteci saatlerce. Tüm sözcükleri kullanmalıydı ki oradaki acıları, korkuları, umutları ve yakarışları iyice hissettirebilsindi. Sözcükler yetmediği yerde yenilerini türetmiş, tüm alfabeyi kullanmıştı. Kulaklarını beyaz pamuklarla tıkayanların gözüne batmalıydı harfler…
Birileri ninniler yakıyordu uyutmak için büyük adam olacak çocuklara ki duymasındı kulakları rocktan poptan sefadan başka ses ve görmesindi gözleri rengarenk şatafattan gayri bir renk… ve bilmesindi ‘küçük’ beyni bilimin yüceliğinden başka yüce…
Küçük uğurböceği korkmuştu tellerin ardında olup bitenlerden ve geçmemeye niyetlenmişti öteye…
Seyrekte olsa biraz atıştırsaydı yağmur diye iç çekedursun toprak, bulutlar uzaktan seyrediyordu; hiç yanaşmıyordu tozun dumana karıştığı bu siyaseti, gündemi, aşkı, sevdası, sözcükleri karışık kente…
Eldivenlerini çıkarmadan dokunuyordu eşyalara ve insanlara ‘beyaz’ adamın buğday tenli uşağı… Beyaz pamuklarla kan kokusuna tıkadığı burnu öylesine öfke soluyordu ki ateşe yürüdüğünü kestirmiş miydi?
Göğün cömert kucağında bir çift kanat çırpan serçeye dahi hasret gözlerden yaş eksik olmamıştı şu günlerde. Dudakların arasından çıkan dualar umudunu da acısını da bir an olsun yitirmemişti. Ve uğur böcekleri, serçeler, kelebekler, bulutlar yollarını değiştirmişti…
Beyaz eldivenli adam eldivenlerini sıkıca kavradı…
Uğur böceği uğur dilemedi ebetteki tellerin ötesindekilere; dua dururken uğur yeni modaydı beyazların dilinde…
Bulutlara da bir hükmeden vardı elbette, uğur böceklerine, kelebeklere, serçelere ve pek tabii “eşrefi mahlûkat” insan”cık”lara da… Sözlerin üstünde bir söz, güçlülerin üstünde bir en güçlü vardı… Herkes oturduğu yerde bir mucize bekler gibi seyrederken olup biteni, hesabın yakın olduğunu kimse kestirememişti…
Büyük adam olma “asfaltında” otomobilin gazına basan hırslı kuşağın kulağına hiç hoş gelmemişti yanlışlıkla açtığı “intifada“ marşı da frekansı çevirivermişti…
Emri “yüksek” yerden alan kuvvetli bir rüzgâr çıktığı sıralarda uğur böceği artık tellerin ötesindeydi, evdeki niyet zamana uymamıştı… Ve bulutların biriktirdiği bereketi indireceği yeni toprakları vardı şimdi…
Beyaz eldivenli adam son kez balkonundan “hayalet” şehrine baktığını bilememişti… Balkondan göz atıp insan”cık”lara “hıhh” deyip savurduğunda paltosunu, kestirememişti devrimi…
Beyaz eldivenli adam son kozlarını da tüketmek üzereydi.
Seyir değişmişti tellerin ardında.
Gazetecinin devrimin neferlerini yazması yakındı…
Ninni yakanların emelleri ellerinde kalmıştı ki yalancı bilimden yüce bir yüce vardı…
Ve bir anne dizine yatırdığı oğlunun saçlarını okşarken ninni niyetine şöyle demişti “ sakın ha uyuma, büyük adam olma yavrum!”…

Büşra Apaydın

12 Ağustos 2012 Pazar

Bİ-İZNİ HUDA ÇEKTİM KALEMİ




Çektim tozlanmış  kınından  kalem-i Ali yi, şimdi  anlatıyorum  size  birde  benden  dinleyin  İslam-ı Alemi

Kiminin  kimliğinde  yazan  Müslüman                  Kimi  eder  zina-i nazar
Kiminin  annesi Ayşe,babası  Hasan                       Kimi  zulmeder  koymaz  mezar
Şeyhlerinde  az  bulunur  noksan                            Kimi de  kimine  tuzak  kazar
İslam-ı  Alemi  benden  dinleyin                             İslam-ı  Alemi  benden  dinleyin

Kiminin elinde  tesbih  dilinde zikir                       Kimi  babaya  asi  olur
Kimi de hiç  gözetmez  fakir                                    Kimi  aldığın  emanet korur
Kimisi  uçmuş   olmuş  zakir                                   Kimi  düşünde  Rasul’ü  görür
İslam-ı  Alemi  benden  dinleyin                            İslam-ı  Alemi  benden  dinleyin

Kiminin  dilinde  Kur’an                                         Bu garip  kul  olmaz  mağrur
Kimi  namaz  kılmaz  bir an                                    Korkar  cahimden  kıyama  durur
Bir de düşmez  dilinden  yalan                               Bir de en  cahil olduğun  bilir
İslam-ı  Alemi  benden  dinleyin                           Bir de  beni  benden  dinleyin

Kimisi  bulunmaz  veli
Kimi  hoş  tutmaz  gönlü
Kimi  her gün  her  yönlü
İslam-ı  Alemi  benden  dinleyin

Kiminin  gözünden  yaş  dinmez bir an
Kimi  de  yenilir  nefsine , olur  talan
Kiminin  dilinde her  an  bühtan
İslam-ı Alemi  benden  dinleyin


Ali  Ramazan  Kafalı




9 Ağustos 2012 Perşembe

BİZ


gelsin gelsin artık
o sevdalandığımız çağ.
(rimbaud)

umudun beline yağmur kuşaklar bağladık.diz çöküp üzerine oturduğumuz bulutlardan,
çocuklarını seyrettik dünyanın.bir yaşamayı çalmakdıysa kurşunların niyeti o
namluyu aşkımızla tıkadık.zalimini işledik herkesin beynine.her mazlumun eline
tutuşturduk isyanını.annelere vereceğimiz müjdeleri koyduk sepetlere.her allahı
olana,sevmeyi bellettik.özgürlüğün çayını ektik dağlara.bir kıvrımdan bir heceden
aşka otağ yaratanlar olduk.şiirimiz ki anlaşılmaya mecburdu.onu biz okuduk beton
alınlar karşısında.filmin sonuna herkesin kendini vardırdık.temmuz güneşlerinden
yaptığımız selamları çaktık dik duruşumuzla, elimizde olmayan ihtiyarımıza.tekbirler
ki yetti susuz bakışları bir etmeye.kuşları alıp kedi ağızlarından,yeniden uçurduk
ayetlerle. rüzgarlar ne taşıyorsa gözlerimizden içeri,sahip çıktık onlara.aşkımıza,
yenilgimize, vurgunlarımıza...sahip çıktık.sonra çay bardağını aşkla tutmayı öğrettik
diğerlerine. sonra yenilgimize de aşık olduk.kuru patlıcan seslerinde uzak ülkelerin,
güzel kızlarının,başlarının,yazmalarına bağlanmış cenkleri bulduk.kendinin kendisiyle
kavgasından daha büyük bir savaşın mümkünsüzlüğünü gösterdik onlara.kavun
kokularından yelpazeler yaptık.dutları gerdanlara taktık.mezar başlarını erik ağaçsız
bırakmadık.gitmek istediysek gittik.bir çift göz bakacaksa net bakmalıydı.gözlerdeki
bütün grilikleri erittik günahların sıcağında.nereden bir mey kokusu almışsak oturduk
onu anladık.filozoftan öğrenmiştik kendimize katlanmayı.katlandık.pişmanlıklarımızı
sevdik.ve yaktık bütün tabansızlıklarımızı.kanı devrim ve limon kokan şairden
okuduk. anlattık durmadan,aklımızdan çıkmayan,beynimizden beslenen yolu
öğrendiğimiz adamları.suç koltukta mıydı oturanda mıydı,bilemedik ama o koltukları
da yaktık naralarımızla.mevsimin sıradan bir sabahında zeytin toplamayı hak
edecek birisi çıkarsa karşımıza,belki sonraki tüm bozumlarda bir oluruz onunla
belki diye bekledik.bundan sonra inanılır mıydı bir daha,onu da bilemedik.bu acı
geçiyor muydu onu da. ama biz inadına inandık.inadına.dünyaya söylenecekleri
söyleyecek bizdik.sadece bir tane hayatımız vardı ve şimdi yapmayacaksak ölünce mi
yapacaktık.biz yaşamayı kafamıza takmış,kalbimize koymuş,gözümüze almıştık.

ümmügülsüm altıparmak

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Hafız'a


Evvelce

Sana gönül dolusu selam getirdim
Ömrümün en meçhul iklimlerinden
Göğün altınca muhabbet biriktirdim
Gönül kapaklarım açıldı uyandım 
bir gaflet sabahı.
Rasyonal ne varsa efendim 
Ben bu bahçede yitirdim.

Oysa

Onun ikliminde nakşoldu halka
Kervan göçeli asır oldu
İpi koptu tesbihin, dağıldı halka
Halık’ı unuttuk daldık halka
Asra, saadet ihtiyacı hasıl oldu.

Sonra?

Doldurduk sandık boşaldı mı dersin?
Sandıkta hile var dediler,
Ben bilmem daha oraya gelmedi dersim.
Bir daha gelsem şu dünyaya
Mazlum olur adım, mezalimdir soyadım
İskilip’tir şehrim, başörtüm namusum
memleketim Dersim.

Hasılı 

Elbette buhrandır geceler, 
Elbette gözü oyulsundur zalimin!
Elbet güneş tutulur bir gün, 
elbet yarasalar öğle vakti avluda geceler.

Ahmed Doğan 


Kaynak: www.defterk.com

 










BURASI FİLİSTİN!


Babamı tutukladılar direnişçi amca ,hapse koyacaklarmış onu.Filistin bayrağı açmış bugün
Mescid-i Aksa’da .Mescid-i Aksa Muhammed (s.a.v)in demiş , Mescid-i Aksa Rasul’ün ümmetinin
demiş.’’Burası Filistin’’ demiş.Gördüm annemde ağlıyordu az önce ,annem ağlarsa bende
ağlarım direnişçi amca.Sen annemin ağladığını babama söyleme olur mu babam sakın
duymasın olur mu?Babama ne yaparlar direnişçi amca, onun namazlarını kılmasına izin
verirler mi peki ?Abimi de ben doğmadan önce götürmüşler acaba babamı da mı aynı yere
götürdüler?Ya babamın silahı o ne olacak ?Babam silahını almadan çıkmazdı evden, onu her
gün temizler ve onun kardeşim olduğunu söylerdi bana.

Bugün on dokuz yaşıma girdim ve babam da hala dönmedi, abimde…

Annem de bırakıp gitti beni,öbür tarafta annelerin kaldığı yere.

Ben çocukluğumda babamın elinden tutamadım, uçurtma da uçuramadım.

Bir keresinde top oynarken arkadaşım Halit yere düştü,

Ben de anlamadım, durup dururken yığılıverdi olduğu yere , üstelik gözleri de kapanmıştı.

Annesi hemen yanına koşup kapanıverdi üzerine,kucağına aldı onu ve ağlamaya başladı.

O günden sonra Halit bir daha top oynamaya gelmedi bizimle,

Küsmüş müydü bize acaba ?

Sonradan öğrendim öldürmüşler onu ,annesi ondan ağlıyordu demek.

Bu gün on dokuz yaşındayım, abimin götürüldüğü yaşta ,elimde babamın kardeşim olduğunu
söylediği silahı.

Hedefimde bir İsrail karakolu, yanımda direnişçi amcam ,elimde kardeşim.

Haydi göreyim seni kardeşim !

Telsizden İsrail askerlerinin yardım feryatlarını duyuyordum.

Kardeşim çok sinirliydi ,direnişçi amcamda öyle ve galiba ben de…

Derken telsizde konuşmaz oldu ve bir sessizlik, emin olduktan sonra,

Yaklaştık çakal yuvasına.

Tam o sırada babamı gördüm , annemle beraber,yaklaştı ,tuttu elimden,

Direnişçi amcam kararıyordu,üzerimde ki Filistin bayrağı hariç,bir de üşümeye başlamıştım
galiba,

Son olarak gözlerimde bir el kulağımda çınlayan bir söz,

‘’Burası Filistin!’’

Ali Ramazan Kafalı

30 Temmuz 2012 Pazartesi

Bİ’ MİLYON YIL GERİDEN GELEN BİR HAYAT VAR



-Arkanda! Kaç, çabuk, vurulacaksın!
-Öldürdüüüm!
Yatağa fırlattı playstation kolunu. Arkadaşıyla el çakışıp bir sonraki leveli başlattı.
Bu kadar kolaydı öldürmek, bu kadar haz vericiydi…  Öldüğü zamanlarda olmuştu ama olsun leveli yeniden başlatabiliyordu, 3 canı vardı. Acımasız olan kazanırdı.
“Yediği önünde yemediği arkasında” olmasa da âlâ yemekler yapan annesi, internet paralarını ödeyen babası vardı. Eline tabanca versen tutamaz, tetiğe dahi dokunamaz belki ama oyundaki tüm silahların adını sanını hangisinin daha iyi olduğunu, kurtulmanın tüm stratejilerini bilirdi.
 ***
-Arkanda! Kaç, çabuk, vurulacaksın!
Soluk soluğa kalan küçük yüreğine elini basıp duvarın önüne sindi. Bugün de ölmemişti… Yeniden yaşama dönmesinin mümkünü de 3 canı da yoktu onun! Onun coğrafyasında tek seferliğine ölünüyordu. Stratejileri yoktu kurşunlardan ve bombalardan kurtulmanın, çünkü ölüm küçük kardeşiydi elinden tutup yanında götürdüğü. Zafer de ölüm de “bugün olmazsa yarın, bir gün mutlaka”…
***
-Felaket! Haberin var mı popun kralı bu haftanın rüküşü seçilmiş!
 Hararetli hararetli anlatmıştı arkadaşına biraz önce magazinde izlediğini. Onun için haberler; “ünlüler” ne yapmış, ne giymiş, nerde kimlelermişden ibaretti. Filistinli Fatma nerde, Afganlı Şamil nasıl hiç düşünmemişti şimdiye değin. Ramallah desen kıyafet markası sanırdı. Bi’ milyon yıl öncede kalmıştı muhakkak ki hakiki ünlülerin şehit olan Fatmalar ve Şamiller olduğunu bilmiyordu.
***
Aklını avucuna almış ellerinin arasında ovuşturuyordu… Tak diye gösterdi Naypyidaw’ı. Birçoklarının adını dahi duymadığı ülke Myanmar’ın başkentini… Alkışlar koptu sınıfta, gururla oturdu sırasına. Coğrafi bilgisine çok güvenirdi. Lakin adlarını bilip haritada tak diye gösterdiği o coğrafyalardaki insanların yaşama tutunmak için verdiği mücadelelerden, çektikleri ıstıraplar bihaberdi. Gerçi önemi de yoktu oralarda kimlerin yaşayıp kimlerin göçtüğünün, kutsal olan kuru ezberi bilgiydi onun için.
***
Gözlerini kapayıp avuçlarını açtığında dilinden hiçbir kelam dökülmüyordu artık. İdrakindeydi imtihanının. Aralamaya çalıştı dudaklarını, günlerdir damağına yapışan susuzluk izin vermedi açmasına, kalbini konuşturdu bu kez:
-Rabbim, milyon yıl geriden mi geliyor etrafımızdaki insanlık? Varlığımızdan bihaberler mi? Topraklarımızın barındırdığı zenginlikleri çalıp kaçarlarken suyumuzu da mı sömürdüler? Ve yoksa ahımız mı tuttu da kör oldular görmezler mi, sağır oldular duymazlar mı bizi?
Bitmeyecek hikâye ve döndükçe dünya birileri hep geriden gelecek, duymayan, görmeyen, bilmeyen…  Büyük hayaller kurmaya fırsatları olmayan çünkü mücadelenin ortasına doğan yaşamların hemen kıyısında onların umutlarından, feryatlarından, düşlerinden, acılarından ve sevdalarından habersizce bi milyon yıl geriden gelen bir hayat var…

Büşra Apaydın

27 Temmuz 2012 Cuma

Yakın Tarih

Cipsimin içinden taso çıktığı vakitlerdi. 
Prospektüsleri seri bir şekilde okuyabilmek 6 yıl tıp okumaya eşdeğerdi. 
Kirlenmek bile güzeldi, 
kirlenen namus değilse tabi.. 
Günaşırı dizim kanıyor bir süre ağlıyordum.
Ve birşeylere çok üzülüyordum anlamaksızın sebebini.. 
Anneler ölü doğum yaparken hep yüreklerine mi defnederler cesetleri? 
İnsanın aklı erdikçe acıların çapı mı büyüyor, 
yoksa genişliyor mu çevreleri?

-Bilmem. 

Bir intihar gecesi sonbahar etti babam benim. 
Cehenneme bir santim daha yaklaştı insanlık. 
Belki de derecesi yükseliyordur acıların, yaklaştıkça sıcağa. 
Evet, öyle sıcak ki cehennem, 
artık benim bile aklım eriyor bu konulara...

Ne yapsak alttan alıyorsun Rabbim. 
İçine mi atıyorsun bilmiyorum ama bir gün! 
bir gün fena patlayacaksın diye korkuyorum.

üç/ekim/ikibinonbir
Ahmed Doğan

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Her Gece Bir Şiirdir



Gel biz seninle kaybolalım dost
Mühürsüz kağıtlara
Mühürsüz evlere hapsolalım
Başka bir dünya değil de
Varın içinde yok olalım
Aynalara bakmaz pek bizcil değil
Biz seninle gökyüzüne bakalım
Susma
Bana sevgini söyle
Bana derdini söyle
Ben ağlayayım
ve sen
ne kadar güzel ağlıyorsun de
Soğuğun ve kavganın vaktinde
Anlaması zor cümleler kur bana
Cümleler birbirine girsin harfler karışsın
Kafam karışsın
Devran dönsün
ve bu sefer cılız çocuk kazansın oyunu
Bir şarkı çal bana
Gecede kaybolan
Gecede kaybettiren
Belki kötü alışkanlıklara sürükleyen
Mesela sigara dumanına hapseden şarkılar
Tanrıya götüren şarkılar
Sen ve ben
Ben ve sen
Gel biz seninle kaybolalım dost
Mühürsüz kağıtlara
Mühürsüz evlere hapsolalım

Hatice Kurul

hayedeh'e dair


müziğin sesi duyulur.uzun soluklu bir müzik.tuhaftır.öyle hissettirir.birden karıştırır iç
aleminizi karışık enstrümanlar.çok kaliteli olduğunu söyleyemezsiniz belki ama o duyguları
nasıl bu kadar iyi verdiği çok tartışma götürür.akıl ve kalp bağlantılarınız yavaş yavaş
koparken o başlar.usul usul damarınıza giren,kanınızı yavaşlatan,bazen uyuşturan,isyan
damarlarını tıkayan,devrim yollarını kesen o ses...o,zaman zaman tiz ama hep derinden
gelen delici ses.nerde bir acı varsa getirip içinize koymaya niyetlenmiştir.anlarsınız.asırlık
anlaşılmamışlıkların,yarım kalmışlıkların,sevdaların içine atıverir sizi. yaşanmışlıkların,
yaşanmamışlıkların,yaşanamamışlıkların içine...çalkantı içinde durağanlık,curcuna içinde
dinginlik...öyle bin türlü zıtlıktır işte sesi.anlamanın bir akılla olabildiğine inandırılmışlar,
anlamaktan-anlamamaktan bahsedebilirler.oysa her bir hücreniz anlar.ve kalbinize giden
bütün damarlar.
zaman zaman da titrektir o ses.öylece de sarar bünyenizi.kollarınız bağlanmış
zannetmeyin.ya da zannedin.hareket etmek istemeleri pek mümkün olmaz çünkü.çok hikaye
tanıyabilirsiniz iyice sokulursanız kıyısına.aslında bu,fars müziğinin genel özellikleri
arasında pekala sayılabilir.birde nasıl becerir bilmem o koca koca dağları küçücük yüreğinize
sıkıştırmaya çalışır.bir yürekte bir dağ taşınır mı?onu da bilmem.zaten beni aşar.herkesin
kendi yüreğine kalmış.bir de bana kalırsa ,aslında kendisi de buna niyetlenmiş ama yüreciği
dayanamamış ve genç yaşta göçüp gitmiştir.ilkin `ey khoda(rab,tanrı)` şarkısını dinlediğimde
beynimde çıkartılamamış bir mermi mevcudiyeti ihtimali üzerinde durmuştum.`faryad` ve
`to ham boro ey bivafa`yı dinledikten sonraysa daha öncesinde yoksa bile artık bir mermi
taşıdığımdan emindim.(bu arada `masti` ve `khoda hafez`i de analım ki haksızlık etmiş
olmayalım.)feryad ediyordu bu kadın,birşeyler haykırıyordu.allahım diyordu `allahım
umudumu alma benden`.o feryad ediyordu ve biz efkarımıza engel olamıyorduk.
bu benim hayedeh`im işte. onu dinlerkenki halet-i ruhiyenizin onu ve sesini
anlamlandırmanızdaki etkisi elbet büyüktür.herkes kendi hayedeh`ini dinlesin,bulsun o
zaman.iran`da mevcut rejim kadın sesini yasaklamış ama köşe başlarında,seyyar
 tezgahlarda
satılan hayedeh kasetlerine bir türlü engel olamamış.öyle bir sestir işte hayedeh...



(not:şarkıların dinlenip ciğerlerde hissedilmeksizin sözlerinin okunması,yazıyı kaleme almış
kişiyi üzecektir.)


Ey Khoda / hayedeh-to ham boro ey bivafa


"ben yalnızım, yalnızdır yüreğim/yarınsız gece gibi yüreğim/kaptansız gemi gibi/denizin
göğsünü yarmakta yüreğim/sen ey sevgi dolu tanrım/ey kimsesizlerin sığınağı tanrım/gam
taşlarıyla kırma bir daha/billur cam gibi yüreğimi/sende git ey vefasız/alma ağzına benim
adımı/yaralı kalbim yabancılaştı/istemiyor artık seni/sürme artık benim izimi/anlatma artık
yürek sevgisini/yüreğim kırıldı ayaklar altında/istemiyor artık seni/sen ey sevgi dolu tanrım/
ey kimsesizlerin sığınağı tanrım/gam taşlarıyla kırma bir daha/billur cam gibi yüreğimi."

Ümmügülsüm Altıparmak