12 Eylül 2012 Çarşamba

Serçelerin Şarkısı



Serçelerin Şarkısı (2008) adlı filmin yönetmeni, senaristi, yapımcısı, Turgut Uyar’ın ifadesiyle ‘dürüst ve İslam kalmaya çalışan adam’, Mejid Mejidi. 1 saat 36 dakika süren film kâh güldürdü kâh gözlerimizi doldurdu. Film hakkındaki görüşleri o an orada bulunan arkadaşlarımızın kaleminden okuyalım.

Selin:


Mecid mecidi adını ilk defa duyduğumu belirtmeliyim öncelikle. Filmlerle aram iyi olmadığından deyip cahilliğimi örtbas edip film hakkında naçizane fikirlerimi sunayım. Kesinlikle her yerinde bir şeyler çıkarıp beynime kazıdığım şeyler oldu. Rollerdeki kişilere bürünüp filme odaklandım. Gerçeklik beni
içine çekiyordu ve ben de hazırdım. Vicdan umut hırs gibi duygu karmaşasında sürüklendim. Bir yandan hırsın gözleri kör etmesi bir yandan umut penceresindeki son kıpranışlar hepsi ayrı alemlerde oldukça ilgi çekici. Kayıtsız kalmamak, ders almamak, etkilenmemek söz konusu bile değildi.. Sahneler öyle iç acıtıyordu ki dönüp kendime bakıp kendimi sorgulamak bile istemiyordum. Ve arkamızı döndüğümüzdesesler bizi kendine çekip oraya yönelirken Kerim in kızının kremin kapağını
araması ve sesi duymaması benim içimdeki sesi ve omzumda yatan arkadaşımın hıçkırıklarını duymama yetti.


Büşra Şafak:


Mecid Mecidi'nin her senaryosunda olduğu gibi film olağanüstü olmayan bir kazayla başlıyor. -olağan değil çünkü kazalar olağan olsaydı onlara kaza denmezdi.- İzlediğimiz çoğu filmde olduğu gibi büyük hayaller peşinde koşuşturanları göremiyoruz. Filmde olağanüstü olmayan sadece kaza değil köy yaşamı, insanların hisleri ya da olaylar karşısında verdiği tepkilerin hepsi filmin yalınlığını gösteriyor.
Bu yalınlık insanı filme daha çok yaklaştırıyor. Filmin çekildiği ortamdaki yalınlık -ya da gerçeklik de denilebilir- verilmek istenen mesajı ön plana çıkarıyor. Filmin her karakteri mesaj kaygısı taşıyor. Mesela ablanın duymamasına ragmen bi kulak cihazına gerek olmadığını söylemesi vicdanları kontrol ettiriyor. Önüne geçemediğimiz istekleri düşündürüyor. Ya da hüseyin ve arkadaşlarının umutları
hırslarımızı düşündürüyor. Çocukların zor bi işi yaparken bile eğlenmesi, hedeflerini düsünüp daha da umutlanmaları hedeflerimizin kirlenmişliğini, umutlarımızın köreldigini düşündürüyor. Filmde balıkları ölünce umudunu kaybeden çocuklara babalarının şarkı söylemesi onları yeniden gülümsetiyor ve
son balıklarını suya bıraktıyor. Çocukların herşeyin düzelebileceğine inanmaları ve durmadan devam etmeleri, dursalar bile en küçük bir sevincin devam etmeye değer olduğunu hatırlatıyor, yaşamayı hatırlatıyor. Hala kerimin gözleriyle hayata baktıgımızı düşündürdüğü bile oluyor.
Ve filmin sonunda farkedenlerden olmalıyız dedirtiyor...


Büşra Apaydın:

İmgelerle dolu bir film seyrettim. Mecid Mecidi bütün filmlerinde bu imge işini harika kullanıyor. Filmi izletirken olayların acıklılığı ile duygu sömürüsü yapmıyor, tersine filmde duygulanılmasını ve düşünülmesini istediği yerlere imgeler yerleştiriyor ve oyuncuya değil seyirciye bırakıyor duygulanmayı ağlamayı; izleyici acı soluklarla gözlerini kapamadan o karelerde kendi iç dünyasına yolculuğunun içinde buluyor kendini. Yani kimse Mecid Mecidi için filmleri sürekli duygu sömürüsü yapıyor ha bire ağlatıyor diyemez çünkü Mecid Mecidi ağlatmıyor, o sadece yerleştirdiği ‘o an’lık karelerle seyirciyi düşüncelere daldırıyor. Yönetmenimiz bu işin ustası.
Serçelerin Şarkısı’nda birçok ‘o an’ vardı. Ve insan ‘o an’ ları durdurup ekrana bakarak dakikalarca düşünmek, şiirsel ifadeler kurmak istiyor. Bu şiirsel sahnelerden bir kaçını paylaşacağım öncelikle:
Başrolümüz Kerim filmin ilk 4 dakikasının içinde iki tarafı ağaçlarla kaplı yolda motoruyla gidiyor. O anı dondurup bir yandan kızının derdine üzülen bir yandan işitme cihazının pahalılığını düşünen bir babanın yerine koyup gözünüzü kapayıp derince nefes alıp ‘baba’ya destek olmak istiyorsunuz. Arkasından doktor, artık işitme cihazının kullanılamayacağını söyleyince ‘baba’yla birlikte siz de dertleniyorsunuz.
Bir başka imge: Kaçan deve kuşunu aramak için dağda deve kuşu kılığına giren Kerim’i objektifte uzaktan görüverince onun çabasına öyle içerliyorsunuz ki; tepe tepe dolaşıp devekuşu arayan devekuşu kılığındaki Kerim…
Bir başka imgeyi de Kerim’i mavi kapı ile yoldayken yakalıyorsunuz…
İmgeleri çokça sıralayabiliriz biraz da olaylara bakalım: Şehirde çalışmaya başlayan Kerim’in nasıl yavaş yavaş değiştiğini ve bir insan yalana, haksızlığa, hileye nasıl ufak ufak bulaşır göreceksiniz bu filmde. Önce bir devekuşu yumurtasını konu komşu herkesle cömertçe paylaşan Kerim filmin devamında hurdadan aldığı bir kapıyı akrabalarından sakınıyor, hem de bir yalanla (gün gelip devran dönünce Kerim’in yardımına yine o kapıyı esirgedikleri koşacak). Müslüman Kerim’in şehirde çıkarı için yalan söyleyen müşterisini görüp nasıl yalan söylediğine, sürekli hesaplar yapan Kerim’in planlarının Allah tarafından nasıl bozulduğuna; Kerim’in yaptığı haksızlıkların, gözünü para ve mal hırsı bürümesinin hesabının nasıl Allah tarafından karşısına çıkarılmasına tanık olacaksınız. Kerimin sürekli yoluna çıkan devekuşu yumurtalarına dikkat edin. Ve bir de Kerim’in oğlu Hüseyin’in azmine… Hüseyin ve arkadaşlarıyla birlikte pis kötü bir ‘su deposu’nu nasıl ‘yaşanabilir’ bir yer haline getirdiklerine... Bu sahnede o su deposunun yerine bir insanı koyarak düşünün. Kerim ile iyi bir müslümanın küçük denen günahlarla nasıl bataklığa sürüklendiğini ve o su deposunun yerine milletin iflah olmaz dediği bir insanı koyarak kötü bir insanın nasıl küçük görünen iyiliklerle, çabalarla nasıl bir güzelliğe büründüğünü gözlemleyeceksiniz. Ve film aslında Kerim’in “ama buna haksızlık denir” sözüyle başlıyor…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder