11 Aralık 2013 Çarşamba

şiir

Yıllarca suçsuz yere hapis yatmak mı adalet
Bir idam sehbası kadar kısa mı hayat
Masum çocukları gazlarla zehirlemek kadar mı basit insanlık
Fıtratı bozulan yaratıklara dönüyoruz yavaş yavaş...
Dünyayı çok önemsiyoruz sanki çok lazımmış gibi
Duayı yılbaşındaki noel babalar olarak görüyoruz sadece tek kullanımlık
Bilmiyor ki kalabalıklar kimden geldik kime gideceğiz
Şu iki cümleydi belki her şeyi özetleyen
"Kahrolsun dünya"
"Kahrolsun Allaha karşı bütün ideolojiler"

Ömer Zahid Özüdoğru

13 Kasım 2013 Çarşamba

köpürmeyi reddeden sabun


bu çocukların yüzleri doğuştan elem saçıyor güzelim
gözleri kara. elâ gözlülerin de hatta...
kaybedecek bir şeyleri yok
göz göze gelsem yüreğime bakıyorlar
kendi arka caddelerimde
kendi benimi kaybediyorlar
üstüm kavi,üşüyor
en mahrem rüyalarım.

dur güzelim hemen soru sorma
bir fırsat ver gözlerimi kaçırayım
çalılara takılayım, gömleğim yırtılsın
arkadaşlara hava atayım.

buraya bir not düşüyorum
herşeyim sizin olsun kendi özüm bana kalsın
yalnız cekedimi alıp çıkayım.

boğazdan vapurlar geçiyor güzelim
güzelim mavi denizi beyaz köpüklerle yararak
-mavibeyaz ilahi bir bestedir bunu sana söylemiştim-

kendimden geçiyordum sana uğrayayım dedim
güzelim ben kuran'da da geçiyorum
hep geçerim.
dikkatli bak, orta sayfalarda bir yerlerde geçiyorum
ellerim cebimde, ağzımda uzun ikibin
kısa hızlı adımlarla geçip gidiyorum

say ki köpürmeyi reddeden bir sabunuz,
yahudilerden imal edilmişsek
suçumuz ne
en adi kirlerden arındırmışsak kanlı elleri?

dediklerimi aynen ilet güzelim
Nuh peygamber alırsa tüm mesuliyeti
biz de bineriz o vapura.
ayrıcaa
martılar da rahatsız edilmeyecek!

Ahmed Doğan

(sahte vefa fanzin sayı:sekiz)

3 Ekim 2013 Perşembe

yularlara veda


kırgın durak, solgun yaprak
şehir bitkin
cami avlusunda fayrap öpüşler yarım
gençliğim namlular altındadır ey
çocukluğum kutsanmış devletin bekasına revize

şehre hoyrat adımlarla giriyorum,
yağmurun yıkadığı sokakları,
yokuşları bir bir tırmanıyorum
adımlarım hoyrat…
dizginlersem eğer şu beynimdeki sonsuz cereyanı
sızıp gitmezsem mazgallardan
koşar adım bir cevap vereceğim
şehre
adımlarım kısrak!

dinle beni ey yürüyen
yularlı at sürüsü!
olmakta olan hiçbir şey
olmakta olduğu gibi
olmak zorunda değil!

Ahmed Doğan

23 Ağustos 2013 Cuma

müracaat

Ortasında bir cehennemin, 
alevlere  yumruk sallamakla geçiyor ömrümüz.

rabbim sen söyle ringe nasıl çıkılır

kalplerimize ilham et  allahım gard nasıl alınır
kaşımız değil ciğerimizdir açılan
dişimiz değil yüreğimizdir kırılan
rabbimizsin, öğret bize
bu cehennemden nasıl çıkılır?

elbet intikam sahibisin,
elbet hak yerini bulur lakin kaldırmıyor yüreğim.
muhammed alinin yumrukları hürmetine ya rab

hazıra konmak değil niyetim; ilahi yumruk beklemiyorum
öğret bize "rabb"im:
köşeye sıkışmışken,
kaldıramıyorken kafamızı,
göremiyorken önümüzü,
kaybediyorken bilincimizi,
zalimin suratına öldürücü kroşe nasıl vurulur?

Ahmed Doğan



4 Ağustos 2013 Pazar

Şimdi Ellerini Nereye Koymalı

Ellerini hızla bıraktı, ceplerine koydu. Hiç bu kadar çabuk vermemişti bir kararı, kısa fakat hızlı adımlarla yürüyüp geçti yanından. Rüzgârın da hızla geçmesine izin verdi yanı başından. Dertlerden birini seçmesi lazımdı insanın, birden fazlası fazla geliyordu yüreğine, birinden birine yer kalmıyordu. Hava çabuk bozacağa benziyordu, bulutlar bir araya gelmeye başlamışlardı biraz önce verdiği karar gibi alel acele. Adımlarını sıklaştırdıkça toprak daha çok tozup paçalarının renginin kahveye çalmasına sebep oluyor sinirlerini daha da geriyordu. Sinirlerini mi geriyordu yoksa çatacak yer mi arıyordu. Caddeye ulaşması birkaç dakikayı bulacaktı. Şu taşlı topraklı yolu bir atlatabilseydi… Alnının orta yerine uçan bir böceğin çarpmasıyla silkindi. Alnını yokladı eliyle. Biraz evvelki ellerin sıcaklığı vardı hala ellerinde. Burnuna indirdi yavaşça parmaklarını. Yitmemişti henüz ellerindeki ellerin krem kokusu. Aniden ellerini ceplerindeki yerlerine bıraktı yeniden. Ayakuçlarına çevirdi bakışlarını. Ayakkabısının kenarından akan karınca silsilesine takıldı. “Sakın basma çek ayağını” diyen ince bir ses değer gibi oldu kulağına. Hayır anılarına. Şimdi kolundan yavaşça çekip öyle demesi lazımdı krem kokulu ellerin sahibi. Ellerini şimdi nereye koymalı…


Sesleri de ceplerine koyup kaldırabilseydi keşke. İhtiyacı olan gök gürültüsüyle sıyrıldı karıncalı anılardan ve yeniden başladı adımlamaya taşı toprağı. Böyle olması gerekiyordu. Bir yağmur yağsaydı şöyle üstüne ve damarlarına işleseydi, yıkayıverseydi ne olurdu baştan aşağı. Ya da hiç olmazsa bir gök gürleseydi içinde olanca şiddetiyle de kendine gelebilseydi. En çok ona ihtiyacı vardı şimdi: kendine gelmeye.


Atıştırmaya başlıyordu yağmur, rüzgar dağıtıyordu sağa sola damlaları. Ulaşmıştı caddeye. Çölü aşmış gibi hissediyordu. Kafasını karıştıran bir şeyler olmayacaktı artık, düşlerine ve eylemlerine odaklanabilecekti. Düşlediği dünyaya giden yol tek şeritti. Saçlarını iyiden iyiye ıslatmıştı yağmur. “Kitabını başının üstüne tut” diyen yeni bir naif ses çalındı anılarından kulağına. Böyle demişti koltuğunun altından yavaşça çekip kitabı başının üstüne tutarken o krem kokulu elleriyle yağmurun aniden bastırdığı günlerin birinde. Ellerini şimdi nereye koymalı…


Göz attı kontrolsüzce; kolunun altı boştu yanı başının boş olduğu gibi. Allah’ım iyi bir sağanağa ihtiyacı vardı şu gözlerin, içe doğru akan. Az önce kahveye bulanan paçaları şimdi sıçrayan sularla çamurlanmıştı. Ayaklarını yer yer biriken sulara hızla çarparak yürüdü caddeyi sonuna değin. Yavaş olan her şey hızlansın istiyordu, yavaş olan her şey ellerini hatırlatıyordu. Ve krem kokusunu hiç duymamalıydı artık. Önünde birden bitiveren kitapçının kapısını açıp içeri atıverdi kendini. Hep mi oradaydı bu kitapçı. Ne önemi vardı şimdi. Islanan elbisesi tenine yapışmıştı.


Aniden önlerine bitiveren yerler hakkında hiçbir sözünü işitmedi. Sesini de kapının arkasında mı bırakmıştı kapatırken yoksa. Bir an kapının koluna uzandı açıp içeri almak için, tutacakken parmaklarını yumdu, bakışlarını camdan dışarı çevirdi, bulutlar kümelendikleri hızla ayrılmaya başlamışlardı şimdi. Ceplerine koydu ellerini hızla döndü arkasını. Raflara dalmanın iyi geleceğini düşündü. Şiiri hiç sevmezdi kremli ellerin naif sesli sahibi, anılarından kurtulmanın en güzel yoluydu belki de onun sevmediği şeylerde gezinmek. Şiir de sevilmez miydi… Göğü de gürlemiş yağmur u da yağmıştı aslında, kitabı ellerine alınca fark etti. Şimdi bir güneşe ihtiyacı vardı ya da bir gökkuşağına ya da yalnızca bir şiire.


Büşra Sümeyye apaydın/2012

1 Ağustos 2013 Perşembe

Utangaç Ceset


    Kördüğüm sokağa doğru ilerliyorum. Gördüğüm görebileceğim en güzel sokağa, ömrümün yarısını gömdüğüm sokağa… Kaldırım taşlarının şiire döndüğü sokağa…



Sokak başına varıp, yokuşun bitimindeki ağacın altında yerimi almak için sabırsızlanıyorum. Hay aksi yağmur da bastıracak birazdan. Neyse ki annemi dinleyip montumun iç cebine sıkıştırmışım şemsiyemi. Yağmur başladı bile, şimdi çamur olacak pantolonum! Heyecandan olsa gerek buz kesildi burnum. Parmak uçlarım da üşüyor. Tabi ya Kördüğüm sokağa yaklaşmışım.



Yokuş bitimindeki ağacın altında yerimi aldım bile. Şemsiyemin kenarından sızan yağmur damlacıklarını seyrederken dalıp gidiyorum. Bu sokak çok ıssız diyorum. Hele bir açılayım Nermin’e o zaman bu sokaktan geçmesine izin vermem zaten! Belli mi olur koca şehir, şu ağacın altında bekleyen kötü niyetli biri olsa. Amma evhamlandım ha! Şimdi Nermin o yokuşu tırmanıp gelecek ve yine tek kelime edemeden gömeceğim tüm umudumu Kördüğüm sokağa.



Hay Allah! Hiç böyle gecikmezdi. İlk sigaramın bitimine yakın sokağın diğer ucuna gölgesi düşer, elim ayağım dolaşır, içime bir ateş düşerdi. Birazdan gelir herhalde. Yağmur da hızlanıyor. Üşüteceksin be Nermin gel artık.


Sokağın diğer ucunda ömrümün en güzel karartısı belirdi işte! Gölgenden tanırım seni be Nermin! Sen geçerken erguvan kokuları sarıyor şu uyuz sokağı. Nermin köşeyi döner dönmez dizlerimin bağı çözülüyor. Islanmış belli. Simsiyah saçları ıslak ıslak dökülmüş alnına. Güneşli bahar ayında gibi sakin sakin yürüyor Nermin. Sanki ıslanan o değil. Nermin yaklaştıkça içime hava değil gökyüzünü çekiyorum sanki. Bir gün şuracıkta kalp krizinden gideceğim.



Nermin sokağın ortasına varınca farkında olmadan elim kâkülüme gidiyor. Hay Allah! Evden çıkmadan aynaya bakmış mıydım? Şimdi önümden geçecek yine arkamı dönüp bir kelime edemeden sokaktan kayboluşunu izleyeceğim.Bu sefer dertten ölürüm vallahi. Yağmur falan da umrumda değil! Çıkıp karşısına herşeyi söyleyeceğim.


Yaklaşıyor… Hâla bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Geldiğinde direk konuya mı girmeli yoksa önce hâl hatır mı sormalı? Anlatmalı mı tüm hikayeyi yoksa kısa mı geçmeli öncesini? Altında beklediğim Akasya’yı mı şahit tutmalı aşkıma yoksa Kördüğüm sokağın kaldırım taşlarını mı? Asıl soru şu: Onu da mı şemsiye altına almalı yoksa şemsiyeyi atıp beraber mi ıslanmalı?


Karar verip şemsiyeyi attığımda Nermin çoktan geçmiş , beni şu Kördüğüm sokağın karanlığına sırılsıklam gömüp gitmişti. Artık yağan yağmur değil kezzap, ağacın altında sırılsıklam öylece kala kalan da ben değil utangaç bir cesetti.

Ahmed Doğan
18.04.2013

19 Temmuz 2013 Cuma

Diren Sevgilim


paslı bir cinnet kesmişse soluk benizlerimizi
özlemle uyanmışsak karlı kış sabahına yaz günü
geçivermişse  ömrümüz farkın farkına varmadan
hayıflanıyorsam güzelim cebimde sana yazılmış bir şiir olmadığı için
boynum hain bir kravatın zincirleri altındadır.

reddet!
hepsi çarklar işlesin için.

öyle istiyor sam amca, mum yakmalı, hediyeler
almalıyım
sürpriz yapmalı, senden habersiz aldığım dairenin
anahtarlarını bir sabah
baş ucuna bırakmalıyım.

reddet!
hepsi çarklar işlesin için.
 
haber bültenleriyle eş zamanlı kahvaltılarda görmeliyim yüzünü
koşarak, işe gecikmeden doyasıya doymadan,
trafik sıkışmadan, patron kovmadan güzelim.
elbet görmeliyim,
kahvaltıda değilse bir akşam iş dönüşü görmeliyim
yorgün yüzünü.
büyüyen ekonomimiz ve aşkımıza dair konuşur,
kalkınma ve tatil planları yaparız.

devlet böyle istiyor güzelim.

diren!
hepsi çarklar işlesin için.


*müteşabih

26 Nisan 2013 Cuma

BİR KANSER YAKINMASI


Ellerimde beyaz saç telleriyle kalmanın öyküsü bu. Uzayıp giden yolların, bitmesini hiç istemediğim yürüyüşlerimin ve gözyaşlarımın raporu bir bakıma. Köşe-bucak gördüğüm her noktaya sığınıp "anne" diye haykırmanın, -kaldırımların emzirdiği çocuklar-dan, beyaz bastonlulardan, ağzına mendil kapatarak kanlı öksüren ihtiyarlardan bir teselli ve dua aramanın kara anısı. Belki de bu bir anı yazısıdır, türünü bilmiyorum. Annem... Belki de ölmüştür, yaşamayı bilmiyorum.

Annem... Dilden dile dolaşır, Mecnun Leyla'ya mektup yazmak istemiş. Leyla'm demiş, devamı gelmemiş. Mecnun hitaptan öteye geçememiş. Öyleyse Leyla sen değil misin annem? Aşk dedikleri nedir? Ben sensiz aşksız kaldım, kolsuz, kanatsız, hitapsız... Ben kime anne diyeceğim söyle, kiminle okula kahvaltı yapıp çıkmanın, sıkı giyinmenin tartışmasını yapacağım? Kim "Allah'a emanet ol" dedikten sonra, sen söyleyince hissettiğim kadar güvende hissedeceğim kendimi?
Ayaklarının altında olduğu vaad edilen cenneti göğsüne, gönlüne katıp da giden papatyam benim. Papatyalar koparıldıktan sonra kokuyor anne. Bir ölüm bu kadar güzel olabilir mi diyordum hep kendime. Ve sen ölmelerin en güzelini gösterdin bana. Hani son abdestini aldığında, hani bembeyaz gelinliğini giydiğinde, hani beyaz duvağını örttüklerinde, yüzünde tebessüm, dilin damağında Allah diyerek veda ettğinde; ölmek ne güzel şeymiş dedirttin hepimize. Ölmek temizlik, ölmek en güzel şey ama anne sensizlik...

"Toprak olmak ne garip şey anne." Seni bir dağ gibi kocaman görmek her sıkıntıda ve bir kaya gibi sapasağlam görmek arkamda. Bahar gelince seninle kırlara gitmenin hayalini kurmak, saçlarına papatyalardan tac yapmak ve şırıl şırıl akan bir derenin yanıbaşında muhabbet etmek... "Bahara bunu yeneceğim, göreceksiniz" demiştin annem, bütün bunları kafanda kurup heyecanla anlatmıştın bana. Baharla cennete gideceğini mi söylüyordun yoksa? Sen gittin, senin kadar zarif papatyalar boynu bükük baş kaldırdılar anne. Saçlarına papatyalardan tac yaptım şimdi, taktın mı? Kurduğun hayalleri yine ikimiz gerçekleştirdik anne. Ama senle ben apayrı yerlerde.Elimi uzatsam tutacak kadar yakındasın, peşinden koşsam yetişemeycek kadar derin bahçelerde. Toprak olmak ne garip şey anne...

Bu bir kanser yakınması. Evre 4. Saçların hala siyah anne. Hastane yollarında geçen beş ay ve sonrasında hastane yataklarında bir ay. Koskoca bir ömrü altı ayda mı özetledin anne? Ya da neyin kazasıydı bu hep tevekkül ve teslimiyet içindeki ibadet? Hani son adımlarını atıyordun yattığın yerde. Hani melek olmuştun dünyada ve ben sana dünya sıcaklığıyla son kez sarılmıştım sımsıkı. Ölüm bedeninde yavaş yavaş boy gösteriyordu. Sıkıntıdan ve hissetmediğini söylediğin sabaha kadar seni inleten acılarından ağaran saçların pardesüme sarılmıştı "bu son anı" dercesine. Keşke o gün sararmış gözlerini de öpseydim anne. Nerden bilebilirdim ki bunun bir veda olduğunu!.. Sana son kez su verdiğimi nasıl tahmin edebilirdim? Cennet pınarlarından kana kana içesin annem. "Su, su" demiştin de verememiştim, uzaktan göz göze gelmekle yetinmek zorunda kaldığımız son günlerde. Ve ihtimaline bile tahammül edemezdim sana son kez su vermenin, soğuk omuzlarından soğuk mermere hüzünle akan gözyaşları gibi ılık olmasının.

En çok acı veren ise duandan mahrum kalacağımı düşünmekti annem. Oysa sen öyle güzel insanlarla hemhal olmuştun ki, bizlerden duasını esirgemeyecek ve senin ilmini ve güzeliğini an be an bize hatırlatacak. Hepsi fahri annem olmak için sıradalar, bir görsen... Ve kardeşlerim, ve dostlarım... Sayısız anne arasında sensiz kaldım annem ve bu çok ağır. Ama Allah annelere hak tanırmış; kıyamete kadar evlatlarına dua etsinler diye. Öyle ya, " duanız olmasaydı" diyerek yaratılmışlığın özüne ve varlığa vurgu yapan O iken, duandan mahrum kalmanın telaşına düşmek beyhude.

Şimdi mezarının başına her gelişimde gönderdiğim fatihaların ruhunu ferahlattığını düşündükçe, yine son günlerin geliyor aklıma. Hani rüzgarın yanaklarını okşamasına, ipek saçlarına dokunmasına izin verirdik de "ohh, oh kuzularım benim" derdin ya, fatiha rüzgarın annesi mi anne? Her amin deyişimde tacındaki paptyalar titrer, söyle ruhun ferahlıyor mu anne?
Sonra annem , benimle helalleşmen gelir hatrıma. Sende ne gibi bir hakkım olabilir oysa. Doğru, sen sana duyduğum sonsuz sevginin ve özlemin de hak olabileceğini düşünecek kadar güzelsin. Bu bir haksa eğer, sonuna kadar helaldir. Sadece duanı istiyorum, beni cennet bahçelerinde bekle annem...
-Dostlar, annem son görüşmemizde "görüşemediğim herkese selam söyle, haklarını helal etsinler" demişti. Annemden size selam getirdim, bir fatiha lutfedersiniz değil mi-

Büşra Dündar
25.04.2013

29 Mart 2013 Cuma

kuşlara pasaport sorulmaz



devletin ve allahın arasına sıkışmış
yasadışı rüyalarla geçmiş çocukluğuma...

gitmedim
isyan dolu bir gitmek saklı kaldı içimde
boğazıma düğümlenen gitmek,
gırtlağımın orta yerine
bağdaş kurmuş
ne tükürebildiğim gitmek ne de yutkunabildiğim

sevmedim
ne varsa bekleyen sevmemi.
gökyüzüne haykırılmamış bir sevda cebimde
bunu söylememeliyim!
yarısı yanık kibrit
bir de
uzun iki bin paketine saklanmış sevda şiirleri
iç cebimde

haykırsam donacak güneş nefesimden
sıyrılacağım sınırda tellerden
teller derimi sıyıracak
buna dayanacağım.
sınırı geçtiğim vakit bir türkü dolayacağım
inceden dilime
işte o zaman türküm
eritecek türküm buzdan dağları!

uçsuz bucaksız ovalar geçerek
göz pınarlarında yıkanmış kelimeler getireceğim şehre,
kelimeler,
etten ve kemikten.
hayır!
çekiç sesleriyle yoğrulmuş demirin  buyruğuna
itaat etmeyeceğim,
öpülmemiş yanakların türküsü de güzeldir
öpmeyeceğim!
ve tamah etmeyeceğim
kanla karılmış ekmeğe!

şimdi başka ne olabilir derdimiz
kuşlardan başka?
bir yanda siz: devlet, sanayi, makine ve fabrika.
öte yanda Allah, ben ve
çalamadığım mızıka!

Ahmed Doğan

30.03.2013











17 Mart 2013 Pazar

Otonutuk



sıktığım yumruğu teslim almamalı naif bir el.
çün
ellerin sıcaklığı yumuşatıyor kinle dolan yürekleri.
hayır! tetikten vazgeçemez parmaklarım.

ki
sıcaklık içimi ürpertiyor, bu kadar kolay
erimemeli yılar yılı inandığım buzdan dağlar.
ne olsundu başka?
yüreğim devrilirken meydanlarda
çekilen tüylerim hayıracak iç sesimi:
"pes etme ey yüreğim. alanlara!"

Ahmed Doğan

08.03.2013

11 Ocak 2013 Cuma

Fe Eyne Tezhebûn


"Ah nice bir uyursun uyanmaz mısın
 Göçtü kervan kaldık dağlar başında..."

Özetlemiş ve göçenler kervanına katılmış Yunus Emre. Kaldık mı şimdi böyle derin manalarla dağlar başında! Gelelim naçizane manaya.

Sürgün deyince akla bir şehirden bir şehre mesleki ihraç gelir genelde... Romanlarda öyle okurdum, rivayet sürgünde tefekküre bol zaman olurmuş. Zindanlar, hapishaneler de öyle... Özgürken, yurdundayken insanın aklına gelmeyen o vakit gelir imiş.. Kimi şair olur derdi dedem kimi derviş... 

Peki sormak gerek illa hapse mi düşmeli insan, illa zindana mı atılmalı yada illa sürgüne mi düşmeli uyanmak, "fe eyne tezhebun" diyebilmek için... Sürgünse, en büyük sürgündeyiz zaten! Bir kere Cennet yurdundan dünyaya sürülmüşüz.. Dünya zindanlarına atmış ademoğlunu Rabbimiz... 

"Neyüz? Kimüz? Niçün varuz? Nirden geldük? Ne iderüz? Nire giderüz?" 

İnsan dünya sürgününde hasat etmeli, buğday gibi kendini  rüzgara sermeli... Sapından samanından ayrılmalı, toprağını tanımalı, "bunun değirmeni  var daha" diye düşünmeli, güneşte kavrulmalı her dem... Sürgünde pişenlere, yurda dönüş kolaydır hem. 

"Göyneği çıkarunca hepümüz ademüz" derdi bir abimiz... Öyle ya sürgün defteri kapanmadan, dünya telaşına kapılmadan gömleği çıkarmalı insan.. Gömleğin miadı dolmadan çıkarmak gerek, özünü bulmak gerek... Ama nasıl? Bulmak dedik ya; ancak aramakla olasıdır herhalde...

Son yüzyılın büyük mütefekkirlerinden Cemil Meriç , "Tefekkür bir arayıştır, içtimai bir arayış..." diyordu bir eserinde.. Tefekkürün anahtarı ise "Neyüz? Kimüz? Niçün varuz? Nirden geldük? Ne iderüz? Nire giderüz?" sorularının cevabında gizlidir.

Ama son yüzyılın en büyük hastalıklarındandır ki düşünmeye vaktimiz yok(!) Tefekküre mahal yok! İdrakimiz servis dışı sanki! 
Dünya telaşına öyle bir dalmışız ki, koşuşturmaktan düşünemiyoruz... Nereye koştuğumuzu, niye koştuğumuzu, nerde koştuğumuzu bilmiyoruz... Sadece koşuyoruz... Oysa durup beş dakika nereye koşuyoruz desek yine kafi... Belki kıvılcım olacak, "koşmuyorum lan" diyebileceğiz.. Ama gecikiyoruz koşmamız gerek(!) "Düşünme, koşmana bak" diyor sistem. Oysa koştukça gecikiyoruz, geciktikçe koşuyoruz... Battıkça batıyor, çırpındıkça boğuluyoruz... 

Misal ben, koşsam da ömrüm boyunca tüm merasimlere geç kaldım. Özür diliyorum. Söz veriyorum cenazeme yetişeceğim.


Ahmed Doğan

10 REBÎ'UL-EVVEL 1433