12 Ocak 2014 Pazar

dava

ne diyordu şair
*Velhâsıl onlar vurdu, biz büyüdük kardeşim
çünkü sosyalistin paylaşmadığı ekmeği paylaşan
inançlı çocuklardık biz
felluce'de
gazze'de
srebrenitsa'da
halepçe'de biz büyüdük
şam'da ki bacımın ciğerine acı dürdüler
biz öyle teslim olacak çocuklar değiliz kardeşim
çeçenya'da dalımızı kırdılar
ama yok ama asla
biz öyle vazgeçen çocuklardan olmadık kardeşim
bosna'da hain pusuya düştük
kamboçya'da
arakan'da
myanmar'da soframıza kan doğradılar
dönmedik yolumuzdan
ölüm koydular ceplerimize
fırsat vermedik imânımızdan
biz öyle çelmeyle düşecek çocuklar değiliz kardeşim
uhud'da dağlar titredi
dost yaralanmıştı
göğün şakakları yarıldı
sağanak sağanak rahmet yağdı
dost hiç mi hiç vazgeçmedi kardeşim
bitâp düştü, yoruldu, taşlandı
ama davasını asla terketmedi kardeşim
sen ne zamandır kutlu davaya gönül koyar oldun
kim alıkoyabilir seni yolundan
sen ki ümmet-i muhammed'sin
senin gözünü hangi fâni korkutabilir
can kardeşim
mücahidim
adımlarına neşter vuracaklar
sen öyle yıkılacak çocuk değilsin
dizlerinin kanadığı yerden şahlan
artık yeter sineye çekme kardeşim
bilal gibi söyle
ebu zerr gibi yaşa
hamza gibi öl
ali gibi bil
ebu bekir gibi paylaş
Resulullah gibi sev kardeşim

Cem Tekinarslan

11 Aralık 2013 Çarşamba

şiir

Yıllarca suçsuz yere hapis yatmak mı adalet
Bir idam sehbası kadar kısa mı hayat
Masum çocukları gazlarla zehirlemek kadar mı basit insanlık
Fıtratı bozulan yaratıklara dönüyoruz yavaş yavaş...
Dünyayı çok önemsiyoruz sanki çok lazımmış gibi
Duayı yılbaşındaki noel babalar olarak görüyoruz sadece tek kullanımlık
Bilmiyor ki kalabalıklar kimden geldik kime gideceğiz
Şu iki cümleydi belki her şeyi özetleyen
"Kahrolsun dünya"
"Kahrolsun Allaha karşı bütün ideolojiler"

Ömer Zahid Özüdoğru

13 Kasım 2013 Çarşamba

köpürmeyi reddeden sabun


bu çocukların yüzleri doğuştan elem saçıyor güzelim
gözleri kara. elâ gözlülerin de hatta...
kaybedecek bir şeyleri yok
göz göze gelsem yüreğime bakıyorlar
kendi arka caddelerimde
kendi benimi kaybediyorlar
üstüm kavi,üşüyor
en mahrem rüyalarım.

dur güzelim hemen soru sorma
bir fırsat ver gözlerimi kaçırayım
çalılara takılayım, gömleğim yırtılsın
arkadaşlara hava atayım.

buraya bir not düşüyorum
herşeyim sizin olsun kendi özüm bana kalsın
yalnız cekedimi alıp çıkayım.

boğazdan vapurlar geçiyor güzelim
güzelim mavi denizi beyaz köpüklerle yararak
-mavibeyaz ilahi bir bestedir bunu sana söylemiştim-

kendimden geçiyordum sana uğrayayım dedim
güzelim ben kuran'da da geçiyorum
hep geçerim.
dikkatli bak, orta sayfalarda bir yerlerde geçiyorum
ellerim cebimde, ağzımda uzun ikibin
kısa hızlı adımlarla geçip gidiyorum

say ki köpürmeyi reddeden bir sabunuz,
yahudilerden imal edilmişsek
suçumuz ne
en adi kirlerden arındırmışsak kanlı elleri?

dediklerimi aynen ilet güzelim
Nuh peygamber alırsa tüm mesuliyeti
biz de bineriz o vapura.
ayrıcaa
martılar da rahatsız edilmeyecek!

Ahmed Doğan

(sahte vefa fanzin sayı:sekiz)

3 Ekim 2013 Perşembe

yularlara veda


kırgın durak, solgun yaprak
şehir bitkin
cami avlusunda fayrap öpüşler yarım
gençliğim namlular altındadır ey
çocukluğum kutsanmış devletin bekasına revize

şehre hoyrat adımlarla giriyorum,
yağmurun yıkadığı sokakları,
yokuşları bir bir tırmanıyorum
adımlarım hoyrat…
dizginlersem eğer şu beynimdeki sonsuz cereyanı
sızıp gitmezsem mazgallardan
koşar adım bir cevap vereceğim
şehre
adımlarım kısrak!

dinle beni ey yürüyen
yularlı at sürüsü!
olmakta olan hiçbir şey
olmakta olduğu gibi
olmak zorunda değil!

Ahmed Doğan

23 Ağustos 2013 Cuma

müracaat

Ortasında bir cehennemin, 
alevlere  yumruk sallamakla geçiyor ömrümüz.

rabbim sen söyle ringe nasıl çıkılır

kalplerimize ilham et  allahım gard nasıl alınır
kaşımız değil ciğerimizdir açılan
dişimiz değil yüreğimizdir kırılan
rabbimizsin, öğret bize
bu cehennemden nasıl çıkılır?

elbet intikam sahibisin,
elbet hak yerini bulur lakin kaldırmıyor yüreğim.
muhammed alinin yumrukları hürmetine ya rab

hazıra konmak değil niyetim; ilahi yumruk beklemiyorum
öğret bize "rabb"im:
köşeye sıkışmışken,
kaldıramıyorken kafamızı,
göremiyorken önümüzü,
kaybediyorken bilincimizi,
zalimin suratına öldürücü kroşe nasıl vurulur?

Ahmed Doğan



4 Ağustos 2013 Pazar

Şimdi Ellerini Nereye Koymalı

Ellerini hızla bıraktı, ceplerine koydu. Hiç bu kadar çabuk vermemişti bir kararı, kısa fakat hızlı adımlarla yürüyüp geçti yanından. Rüzgârın da hızla geçmesine izin verdi yanı başından. Dertlerden birini seçmesi lazımdı insanın, birden fazlası fazla geliyordu yüreğine, birinden birine yer kalmıyordu. Hava çabuk bozacağa benziyordu, bulutlar bir araya gelmeye başlamışlardı biraz önce verdiği karar gibi alel acele. Adımlarını sıklaştırdıkça toprak daha çok tozup paçalarının renginin kahveye çalmasına sebep oluyor sinirlerini daha da geriyordu. Sinirlerini mi geriyordu yoksa çatacak yer mi arıyordu. Caddeye ulaşması birkaç dakikayı bulacaktı. Şu taşlı topraklı yolu bir atlatabilseydi… Alnının orta yerine uçan bir böceğin çarpmasıyla silkindi. Alnını yokladı eliyle. Biraz evvelki ellerin sıcaklığı vardı hala ellerinde. Burnuna indirdi yavaşça parmaklarını. Yitmemişti henüz ellerindeki ellerin krem kokusu. Aniden ellerini ceplerindeki yerlerine bıraktı yeniden. Ayakuçlarına çevirdi bakışlarını. Ayakkabısının kenarından akan karınca silsilesine takıldı. “Sakın basma çek ayağını” diyen ince bir ses değer gibi oldu kulağına. Hayır anılarına. Şimdi kolundan yavaşça çekip öyle demesi lazımdı krem kokulu ellerin sahibi. Ellerini şimdi nereye koymalı…


Sesleri de ceplerine koyup kaldırabilseydi keşke. İhtiyacı olan gök gürültüsüyle sıyrıldı karıncalı anılardan ve yeniden başladı adımlamaya taşı toprağı. Böyle olması gerekiyordu. Bir yağmur yağsaydı şöyle üstüne ve damarlarına işleseydi, yıkayıverseydi ne olurdu baştan aşağı. Ya da hiç olmazsa bir gök gürleseydi içinde olanca şiddetiyle de kendine gelebilseydi. En çok ona ihtiyacı vardı şimdi: kendine gelmeye.


Atıştırmaya başlıyordu yağmur, rüzgar dağıtıyordu sağa sola damlaları. Ulaşmıştı caddeye. Çölü aşmış gibi hissediyordu. Kafasını karıştıran bir şeyler olmayacaktı artık, düşlerine ve eylemlerine odaklanabilecekti. Düşlediği dünyaya giden yol tek şeritti. Saçlarını iyiden iyiye ıslatmıştı yağmur. “Kitabını başının üstüne tut” diyen yeni bir naif ses çalındı anılarından kulağına. Böyle demişti koltuğunun altından yavaşça çekip kitabı başının üstüne tutarken o krem kokulu elleriyle yağmurun aniden bastırdığı günlerin birinde. Ellerini şimdi nereye koymalı…


Göz attı kontrolsüzce; kolunun altı boştu yanı başının boş olduğu gibi. Allah’ım iyi bir sağanağa ihtiyacı vardı şu gözlerin, içe doğru akan. Az önce kahveye bulanan paçaları şimdi sıçrayan sularla çamurlanmıştı. Ayaklarını yer yer biriken sulara hızla çarparak yürüdü caddeyi sonuna değin. Yavaş olan her şey hızlansın istiyordu, yavaş olan her şey ellerini hatırlatıyordu. Ve krem kokusunu hiç duymamalıydı artık. Önünde birden bitiveren kitapçının kapısını açıp içeri atıverdi kendini. Hep mi oradaydı bu kitapçı. Ne önemi vardı şimdi. Islanan elbisesi tenine yapışmıştı.


Aniden önlerine bitiveren yerler hakkında hiçbir sözünü işitmedi. Sesini de kapının arkasında mı bırakmıştı kapatırken yoksa. Bir an kapının koluna uzandı açıp içeri almak için, tutacakken parmaklarını yumdu, bakışlarını camdan dışarı çevirdi, bulutlar kümelendikleri hızla ayrılmaya başlamışlardı şimdi. Ceplerine koydu ellerini hızla döndü arkasını. Raflara dalmanın iyi geleceğini düşündü. Şiiri hiç sevmezdi kremli ellerin naif sesli sahibi, anılarından kurtulmanın en güzel yoluydu belki de onun sevmediği şeylerde gezinmek. Şiir de sevilmez miydi… Göğü de gürlemiş yağmur u da yağmıştı aslında, kitabı ellerine alınca fark etti. Şimdi bir güneşe ihtiyacı vardı ya da bir gökkuşağına ya da yalnızca bir şiire.


Büşra Sümeyye apaydın/2012

1 Ağustos 2013 Perşembe

Utangaç Ceset


    Kördüğüm sokağa doğru ilerliyorum. Gördüğüm görebileceğim en güzel sokağa, ömrümün yarısını gömdüğüm sokağa… Kaldırım taşlarının şiire döndüğü sokağa…



Sokak başına varıp, yokuşun bitimindeki ağacın altında yerimi almak için sabırsızlanıyorum. Hay aksi yağmur da bastıracak birazdan. Neyse ki annemi dinleyip montumun iç cebine sıkıştırmışım şemsiyemi. Yağmur başladı bile, şimdi çamur olacak pantolonum! Heyecandan olsa gerek buz kesildi burnum. Parmak uçlarım da üşüyor. Tabi ya Kördüğüm sokağa yaklaşmışım.



Yokuş bitimindeki ağacın altında yerimi aldım bile. Şemsiyemin kenarından sızan yağmur damlacıklarını seyrederken dalıp gidiyorum. Bu sokak çok ıssız diyorum. Hele bir açılayım Nermin’e o zaman bu sokaktan geçmesine izin vermem zaten! Belli mi olur koca şehir, şu ağacın altında bekleyen kötü niyetli biri olsa. Amma evhamlandım ha! Şimdi Nermin o yokuşu tırmanıp gelecek ve yine tek kelime edemeden gömeceğim tüm umudumu Kördüğüm sokağa.



Hay Allah! Hiç böyle gecikmezdi. İlk sigaramın bitimine yakın sokağın diğer ucuna gölgesi düşer, elim ayağım dolaşır, içime bir ateş düşerdi. Birazdan gelir herhalde. Yağmur da hızlanıyor. Üşüteceksin be Nermin gel artık.


Sokağın diğer ucunda ömrümün en güzel karartısı belirdi işte! Gölgenden tanırım seni be Nermin! Sen geçerken erguvan kokuları sarıyor şu uyuz sokağı. Nermin köşeyi döner dönmez dizlerimin bağı çözülüyor. Islanmış belli. Simsiyah saçları ıslak ıslak dökülmüş alnına. Güneşli bahar ayında gibi sakin sakin yürüyor Nermin. Sanki ıslanan o değil. Nermin yaklaştıkça içime hava değil gökyüzünü çekiyorum sanki. Bir gün şuracıkta kalp krizinden gideceğim.



Nermin sokağın ortasına varınca farkında olmadan elim kâkülüme gidiyor. Hay Allah! Evden çıkmadan aynaya bakmış mıydım? Şimdi önümden geçecek yine arkamı dönüp bir kelime edemeden sokaktan kayboluşunu izleyeceğim.Bu sefer dertten ölürüm vallahi. Yağmur falan da umrumda değil! Çıkıp karşısına herşeyi söyleyeceğim.


Yaklaşıyor… Hâla bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Geldiğinde direk konuya mı girmeli yoksa önce hâl hatır mı sormalı? Anlatmalı mı tüm hikayeyi yoksa kısa mı geçmeli öncesini? Altında beklediğim Akasya’yı mı şahit tutmalı aşkıma yoksa Kördüğüm sokağın kaldırım taşlarını mı? Asıl soru şu: Onu da mı şemsiye altına almalı yoksa şemsiyeyi atıp beraber mi ıslanmalı?


Karar verip şemsiyeyi attığımda Nermin çoktan geçmiş , beni şu Kördüğüm sokağın karanlığına sırılsıklam gömüp gitmişti. Artık yağan yağmur değil kezzap, ağacın altında sırılsıklam öylece kala kalan da ben değil utangaç bir cesetti.

Ahmed Doğan
18.04.2013