4 Ağustos 2013 Pazar

Şimdi Ellerini Nereye Koymalı

Ellerini hızla bıraktı, ceplerine koydu. Hiç bu kadar çabuk vermemişti bir kararı, kısa fakat hızlı adımlarla yürüyüp geçti yanından. Rüzgârın da hızla geçmesine izin verdi yanı başından. Dertlerden birini seçmesi lazımdı insanın, birden fazlası fazla geliyordu yüreğine, birinden birine yer kalmıyordu. Hava çabuk bozacağa benziyordu, bulutlar bir araya gelmeye başlamışlardı biraz önce verdiği karar gibi alel acele. Adımlarını sıklaştırdıkça toprak daha çok tozup paçalarının renginin kahveye çalmasına sebep oluyor sinirlerini daha da geriyordu. Sinirlerini mi geriyordu yoksa çatacak yer mi arıyordu. Caddeye ulaşması birkaç dakikayı bulacaktı. Şu taşlı topraklı yolu bir atlatabilseydi… Alnının orta yerine uçan bir böceğin çarpmasıyla silkindi. Alnını yokladı eliyle. Biraz evvelki ellerin sıcaklığı vardı hala ellerinde. Burnuna indirdi yavaşça parmaklarını. Yitmemişti henüz ellerindeki ellerin krem kokusu. Aniden ellerini ceplerindeki yerlerine bıraktı yeniden. Ayakuçlarına çevirdi bakışlarını. Ayakkabısının kenarından akan karınca silsilesine takıldı. “Sakın basma çek ayağını” diyen ince bir ses değer gibi oldu kulağına. Hayır anılarına. Şimdi kolundan yavaşça çekip öyle demesi lazımdı krem kokulu ellerin sahibi. Ellerini şimdi nereye koymalı…


Sesleri de ceplerine koyup kaldırabilseydi keşke. İhtiyacı olan gök gürültüsüyle sıyrıldı karıncalı anılardan ve yeniden başladı adımlamaya taşı toprağı. Böyle olması gerekiyordu. Bir yağmur yağsaydı şöyle üstüne ve damarlarına işleseydi, yıkayıverseydi ne olurdu baştan aşağı. Ya da hiç olmazsa bir gök gürleseydi içinde olanca şiddetiyle de kendine gelebilseydi. En çok ona ihtiyacı vardı şimdi: kendine gelmeye.


Atıştırmaya başlıyordu yağmur, rüzgar dağıtıyordu sağa sola damlaları. Ulaşmıştı caddeye. Çölü aşmış gibi hissediyordu. Kafasını karıştıran bir şeyler olmayacaktı artık, düşlerine ve eylemlerine odaklanabilecekti. Düşlediği dünyaya giden yol tek şeritti. Saçlarını iyiden iyiye ıslatmıştı yağmur. “Kitabını başının üstüne tut” diyen yeni bir naif ses çalındı anılarından kulağına. Böyle demişti koltuğunun altından yavaşça çekip kitabı başının üstüne tutarken o krem kokulu elleriyle yağmurun aniden bastırdığı günlerin birinde. Ellerini şimdi nereye koymalı…


Göz attı kontrolsüzce; kolunun altı boştu yanı başının boş olduğu gibi. Allah’ım iyi bir sağanağa ihtiyacı vardı şu gözlerin, içe doğru akan. Az önce kahveye bulanan paçaları şimdi sıçrayan sularla çamurlanmıştı. Ayaklarını yer yer biriken sulara hızla çarparak yürüdü caddeyi sonuna değin. Yavaş olan her şey hızlansın istiyordu, yavaş olan her şey ellerini hatırlatıyordu. Ve krem kokusunu hiç duymamalıydı artık. Önünde birden bitiveren kitapçının kapısını açıp içeri atıverdi kendini. Hep mi oradaydı bu kitapçı. Ne önemi vardı şimdi. Islanan elbisesi tenine yapışmıştı.


Aniden önlerine bitiveren yerler hakkında hiçbir sözünü işitmedi. Sesini de kapının arkasında mı bırakmıştı kapatırken yoksa. Bir an kapının koluna uzandı açıp içeri almak için, tutacakken parmaklarını yumdu, bakışlarını camdan dışarı çevirdi, bulutlar kümelendikleri hızla ayrılmaya başlamışlardı şimdi. Ceplerine koydu ellerini hızla döndü arkasını. Raflara dalmanın iyi geleceğini düşündü. Şiiri hiç sevmezdi kremli ellerin naif sesli sahibi, anılarından kurtulmanın en güzel yoluydu belki de onun sevmediği şeylerde gezinmek. Şiir de sevilmez miydi… Göğü de gürlemiş yağmur u da yağmıştı aslında, kitabı ellerine alınca fark etti. Şimdi bir güneşe ihtiyacı vardı ya da bir gökkuşağına ya da yalnızca bir şiire.


Büşra Sümeyye apaydın/2012

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder