17 Ekim 2012 Çarşamba

YAĞMURU BİLE


Eylül’ün 13’ü, Cumartesi günü Yoldakiler’in kızları olarak Ak Medrese’de film günlerimizin bir yenisini gerçekleştirdik. Yönetmenliğini İspanyol Iciar Bollain’in yaptığı, senaristi Ken Loach olan 2011 yapımı filmin adı “Yağmuru Bile”. Kaliteli yönetmenlerin ellerinden çıkmış toplumsal, tarihsel, gerçek, nitelikli, kaliteli filmler izlemeye çalışan bir grup olarak film yolculuğumuzda bize katılmak isteyen kız arkadaşlarımızı her cumartesi saat 13.00’da Ak Medrese’nin 2. katına bekleriz.
“Yağmuru Bile” filmimiz hakkında yorumları arkadaşlarımızın kalemlerine bırakıyoruz:



Büşra Şafak:
Çoğu yorumcuların izlenmemesi gereken kategorisinde tuttuğu film uzun uzun düşünülebilecek mesajlar veriyor.
Başlardaki durağanlığı sonlardaki büyük değişimler örtbas ediyor. Hovard Zinn anısına çekilen filmin içindeki film Kolomb’un Amerika kıtasını keşfini konu alıyor denebilir. Coğrafi keşiflerin bize anlatılan özgür ruhlu insanların değil, aslında sömürge arayışındaki zihinlerin daha çok hammadde, daha çok para anlayışına sahip olduklarını anlatıyor. Bolivya Su Savaşları ise sömürgeciliğin modern haliydi. Sömürülen yerlilerin direnişini anlatmak için yola çıkan ekipteki Kolomb’u anlatmak amacı kendilerinde sadece fikir.
Yerlilerden birkaç insan seçiyorlar ve onların karakteristik özelliklerinden, yeteneklerinden, can sağlıklarını tehlikeye atma pahasına yararlanıyorlar. Kapitalist toplumun çocukları içlerindeki tarihi eleştirirken bile maliyet birinci planda. “ Geçmişe ağıt yakmak kadar kolay olmuyor bugüne baş kaldırmak.”
Kolomb zamanında sömürgeye baş kaldıranlar dertlerini anlatamıyorlar. Yapmaları gereken yalnızca istenileni yapmak, altın bulmak. Sıkça ağızlarda dolaşan Hıristiyan gibi konuş, seni anlamıyorum.” repliği ise coğrafi keşiflerin diğer taraftan baskıcı ruhuna değinmeden geçmiyor. “Hıristiyanlar cennete mi gider? Beni cehenneme gönderin.” Daniel’in cevabı oluyor. Ve devam ediyor:
“Sizden nefret ediyorum. Tanrınızdan nefret ediyorum. Aç gözlülüğünüzden nefret ediyorum.”
Daniel filmde Kızılderililerin lideri, su direnişinin önderi. “Suyumuzu çaldılar, daha neyimizi çalacaklar? Nefesimizi mi? Alnımızdaki teri mi?” repliğinin kahramanı. Bu sırada Costa için önemli olan tek şey filmin yüzü Daniel’in suratına aldığı darbelerin ne kadar zarar verdiği.
Costa’nın tüm tehditleri Daniel’den hiçbir şey götürmüyor: “Su hayattır, sen anlayamazsın.”
Başkan bu savaşa “geleneklerle modern çağın çatışması” diyor.
Öte yandan “Onlara bunu borçluyuz.” diyen Daniel’in önderliğindeki halk ordusu - silah olarak sadece sopaları taşıyan bir halk ordusu- savaşmaya niyetli. Costa fikirlerini zikretmeye tam da bu sırada başlıyor. Ve 14 Eylül Meydanı’nda “Kavgayı bırakın, su sizindir.” Sesleri duyuluyor.
Sonra film ekibi ve filmden döküntülerden başka bir şey kalmıyor. Daniel, Costa’ya cevap veriyor: “Her zaman pahalıya mal olur. Ve daha en zor bölümüne bile gelmedik.”



Aslıhan Tunç:
Güney Amerika’da Kızılderili yerlilerin İspanyollar tarafından katlini ve yaşadığımız çağda Bolivya’nın yerli halkının çektiği su sorununu konu alıyor Yağmuru Bile filmi. Çeşitli sosyal paylaşım sitelerinde salt aşk ve müstehcen sahnelerle dolup taşan filmlerin karşısında ilgi görmemiş, hatta beğeni listelerinde bile yer almamış olmasına rağmen izlerken uyumadığım ilk filmdi. Bolivya Su Savaşları dışında, merhametin ve dostluğun da en güzel örneğiydi. Bir zamanlar Kızılderili halkın yaşadıkları toprakları için, şimdilerde de Bolivya halkının bir damla su için yaptıkları savaş, devlet ve yancılarının “yağmuru bile” halkın elinden alma çabaları, Daniel adlı bir kişinin öncülüğünde boyun eğmemeyi öğrenen halk… Daniel rol aldığı Kızılderilileri anlatan filmde de sömürgecilere karşı başkaldırıyor, gerçekte yaşadığı hayatında da sömürgecilere karşı başkaldırıyor. Bu çok önemli bir nokta.
Yüzyıllar önce altın için Kızılderili halkı sömürenler bu defa mavi altın-su- için yapıyorlardı aynısını.
Ve Costa… Bir insanın fikirlerinin, vicdanı doğrultusundaki değişiminin en güzel örneği. Onlar dostlardı, hiç değişmemişti bu. Ulaşması güçtü ama elini uzatmıştı dostuna.



Büşra Apaydın:
Yönetmenimiz Icıar Bollain bir İspanyol olarak Hıristiyan Avrupalıları karanlık kan kokan tarihi gerçekleri ile yüzleştiriyor bu filmde. İnsanların kendi ülkelerinin tarihlerinin acı, kötü hatta vahşet içeren gerçeklerini kabul etmesi ve hatta bunları tüm dünyaya göstermesi kolay kolay yapılacak bir şey değil. Icıar Bollain’i bu konuda alkışlıyorum. Ayrıca yönetmeni, Avrupalıların tek bir aşk sahnesi dahi olmadan yahut müstehcen sahneler olmadan da kaliteli dolu dolu film çekilebileceğini batı dünyasına gösterdiği için tebrik ediyorum.
Film “Howard Zinn’in anısına” diye bir notla başlıyor. Howard Zinn Amerikalı bir muhalif aktivist. Amerika’da siyahîlere karşı ırkçılığın şiddetli olduğu yıllarda siyahîlerin yanında olan, Amerika’nın öteki, kötü yüzünü dünyaya göstermeye çalışan, başkaldıran bir “beyaz” o. Bu sebeple hocalık yaptığı Üniversiteden atıldığını, siyasilerle ve
toplumun kaymak tabakası diye bilinen kesimiyle hiçbir zaman anlaşamadığını, ırkçılığa, emperyalizme, kapitalizme, Amerika’nın açtığı savaşlara karşı tüm ömrünü direnişle geçirmiş biri. Niçin Howard Zinn’in anısına diye bir not bulunduğunu filmi izleyince çok iyi anladım.
Kristof Kolomb’un ve beraberindeki coğrafi keşiflerin arka yüzünü, asıl hedefini, Rahip Bartolome de Las Casas’ın siyahî köle tacirleriyle önce anlaşıp sonra pişman olup Kızılderililerin katlini görüp onlarını haklarını savunmak için İspanya kralına mektuplar yazdığını anlatmak için film çekmeye Bolivya’ya giden yönetmen Sebastian, yapımcısı Costa ve film ekibinin gerçekler cereyan edince nasıl değiştiklerini gözlemleyeceksiniz. Hiçbir şey, hiç kimse göründüğü gibi değildir. Başta Kolomb olmak üzere piskoposların, rahiplerin, İspanyolların Kızılderililere karşı yaptığı vahşeti, Bolivya’nın 2000’de yaşadığı tarihe Bolivya Su Savaşları olarak geçen halkın başkaldırısını, sömürgeciliğin boyutlarını göreceksiniz. Dolayısıyla Yağmuru Bile filmi içinde, üç ayrı film çıkacak karşınıza. Film boyunca şunu hiç aklınızdan çıkarmayacaksınız: Bolivya’da yaku, “su” demek.
Bollain, günümüzden 500 yıl önce İspanyol Kolomb’un Güney Amerikayi sözde keşfi fiiliyatta işgali-katliamı, sömürgeleştirme faaliyetleri ile günümüzdeki Avrupalıların ve Amerikalıların yaptığı sömürge faaliyetlerinin yalnızca tipinin değiştiğini zihniyetininse aynen devam ettiğini gösteriyor. Kolomb Güney Amerika’ya adım attığında şöyle diyor: “Altın bulan ilk kişi ödüllendirilecek. Onlara (yerlilere) iyi davranın, yiyeceklerine ihtiyacımız var.” Sömürgeci zihniyet hiç değişmiyor ve 2000’nin başında batılı çok uluslu bir şirket tarafından Bolivya’nın ulusal suları satın alınıyor. 500 yıl önce altın için sömürgeleştirilen topraklar 2000’in başlarında çağımızın altını haline gelen “su” için sömürgeleştirilmeye çalışılıyor. Ve o gün toprakları için direnenler bugün dağlara yağan suları dahi ellerinden alanlara karşı direniyorlar. Direnişin kutupları hiç değişmemiş.
Yönetmen geçişleri çok iyi ayarlamış: Günde 2 dolara figüran olarak çalıştırılan, 7 km uzaktaki dağdan yağmur sularını şehre getirmek için canlarını ortaya koyan Bolivyalılar türlü zorluklar içindeyken, o toprakların kederini anlatmaya gelen film ekibi onların çektiklerine arkalarını dönüp eğleniyor, lüks yerlerde yiyor içiyorlar. Yönetmen Bollain vermek istediği mesajı bu çarpıcı geçişlerinde yerine ulaştırıyor. “Oturduğun yerden maval okuması kolay, gel taşın altına elini koy!”
“Onlar insan değil mi, onların da ruhu yok mu, onları da kendimiz gibi sevmeye zorunlu değil miyiz?” Yönetmen Sebastian’ı Bolivya yollarına düşüren, Peder Montesinos’un Kızılderililerle ilgili bu sözleri. Filmi izlemeye başlayınca Sebastian’a, fikirlerine, davranışlarına sempati duyuyor insan, filmin kahramanı o, diyorsunuz. Yapımcı Costa, başlangıçta cimri, tüm hayatı para olmuş biridir ve ona nefretle bakıyorsunuz. Fakat gördükleriniz sizleri aldatmasın. Filmin ilerleyen dakikalarında bir sahnede yönetmenimiz Avrupalıların aile kavramının nasıl yittiğini, çocuğunun nasıl birisi olduğunu dahi bilmeyen ebeveynlerin var olduğunu ve diğer yanda Bolivya’da, sömürülen dünyada bir arada kalma ve hayata tutunma çabasının ancak aile, evlat, baba, anne kavramlarının sıkı bağları, sıkı aile bağları ile ayakta kaldığını gösteriyor. Ve filmin finalinde bir Bolivyalının verebileceği en anlamlı, en kıymetli hediyeyi görüyorsunuz: Yaku. Costa o zaman anlıyor: Su hayattır! Hayat en kıymetli hediyedir insana! Çok uzatmadan, beni sarsan filmden alıntı cümlelerle bitirmek istiyorum:

*Hıristiyan gibi konuş, seni anlamıyorum!
“-Harward profesörlerinden ve IMF’den aldığımız bağımsız raporlara göre…
-Görmek istiyorum. O serserilerin buraya gelip, burada ailelerini ayda 40 dolar parayla geçindirdiklerini görmek istiyorum!”
*Peki yağmuru bile satın alan kim! Sahibi Londra’da ve California’da olan şirketler!
*Bundan sonra neyimizi alacaklar? Nefesimizdeki buharı mı, alnımızdaki teri mi?
*Tüfek, ya da tabanca, bu insanlar kaçmayacak!
*Su hayattır, sen anlayamazsın!
*Kristof Kolomb, askerleri ve rahipleri ile birlikte çarmıhlara kendilerine baş kaldıran Kızılderilileri germişlerdir ve onları ateşe vermek için beklemektedirler. Rahip misyonerlik faaliyetleriyle son nefeslerinde de rahat vermez Kızılderililere ve şu diyalog geçer bir “asi” ile arasında:
-Hıristiyanlar cennete mi giderler?
-İyi Hıristiyanlar cennete gider.
-O zaman beni cehenneme gönderin! Der ve tükürür rahibin yüzüne Kızılderili. Ardından Yüzbaşı, Kızılderililere döner ve:
-Eğer Hıristiyanlara karşı gelirseniz başınıza işte bu gelir, deyip çarmıha gerilmiş Kızılderilileri ateşe verir.
*Her zaman pahalıya mal olur. Her zaman bize mal olur. Keşke başka bir yolu olsaydı, ama yok!
*Her şeye rağmen hayatta kalacağım. En iyi yaptığımız şey bu.